Pegasos’un sırtındaki ozana
Ahşap Rum evinin üst katında, oda kapısı yıkıldı yıkılacak gibi çalınıyor. Yazlık kasaba uykuda, güz yorgunu. Yaz eskisi birkaç konuk, turist yani. Ne dersen artık! Gün batımındaki nemli sıcak, yerini yapış yapış bir esintiye bırakmış. Yaz güze, gün geceye dönüyor. Başıboş bir deniz, kıyıya çekilen tekneler, delik deşik tuzdan sertleşmiş yelkenler ve yorgun direkleri… Kaçak sözcükler, geçmiş geceler, gülüşler, öpüşler, güneş yanığı hazlar bir köşeye atılmış, bekliyor. Kimilerinin avucunda güle dönüyor.
Küf ve nem kokan o deniz kasabasında Yağmur Pansiyonuydu. Küf, belki bir anlama varmak için burnumun ucunda taşıdığım kokuydu. Pansiyona çevirdikleri Rum evine yakıştırdığımdı. Nem gerçekti. Pansiyonun ardına kadar açık kapısından, içerisi olduğu gibi görünüyordu. Merdivenleri çıkınca ikinci katın meydanında, –sofa, hol diyebileceğiniz meydanları olurdu bu evlerin– eski bir masa. Bir zamanlar gösterişli bir yemek masası olmuşluğu var gibi. Oymalı, yara bere içinde. Tahta sandalyede uyuklayan adam, Aylak sanki. Oysa Yağmur Pansiyonunun bütün işi onun üzerinde. İşini fark ettirmeden yapan, hayatın bir köşesinde emanet gibi duranlardan. Duvarda çerçevelenmiş bir yazı, hangi zamanın tanığı belli değil. Sararmış bir defter yaprağına gelişigüzel karalanmış: “Ömrümüz yağmurların işidir sevgilim.” İmza yerinde: “Yağmur Pansiyonu”. Yazının altında uyuklayan Aylak Adam merdiven başında şimdi. Aylak Adam yakıştırması ile edebiyata kendince dâhil oldu. Bakışı, susuşu yazıya ilikli artık. Üst kattaki odanın kapısı yıkılırcasına yumruklanırken tahta sandalyesinde öylece oturacak değil yine de. Yağmur Pansiyonunun sahibi, bir öykü kişisine dönüşmekle yan hikâyecikte var olmak arasında gidip geliyorsa da hiçbir dayatma olmadan yardımcı öykü kişisi kimliğini benimser sonunda. Koşarak üst kata çıkan kadını şaşkın bakışlarla inceler. Kadın sarhoş değildir. İçki içmeyi sever, sever de, bu gece sahildeki barda çay ve sodadan başka şey içmemiştir. Her taşkınlığı alkole yüklemek olur şey değil. İçilen ne ise denize karşı içilmiş olması başka bir konu elbette.
Kasaba daha bu sene yağmurun damlasını görmedi. Bu yüzden Yağmur Pansiyonu üç aylık yaz döneminde tıklım tıklımdı. Aylak sandığımız adam yağmurlar başladığında pansiyonun kapısına kilit vurup sadece kendisinin bildiği bir ara kapıdan, öykümüze konu olmayacak gündelik yaşamına geçiş yapar. Yağmurlar bitinceye kadar orada gizlenir. Biz onu, yani siz okur, ben yazar olarak, bu öyküdeki varlığı ile yağmur pansiyonu imgesiyle anımsayacağız. Yaşantısı umurumuzda olmayacak, öykümüze katkısı yoksa böyledir, böyleyiz işte.
Kadın merdivenden çıkıyor, ayağında topuklu ayakkabı yok, yanıldınız işte… Zemine çıplak ayakla basıyormuş duygusu uyandıran ince tabanlı sandaletleri iki parça iple ayağına tutturulmuş. Yağmur Pansiyonunun gıcırdayan ahşap merdivenlerinde ip bir kopsa kadının ayakları ortada kalacak. Öylece, çırılçıplak.
Adam kim, kadın? Kadını ayaklarından tanıyoruz, bir de kapıyı yumruklayışından. Yakıştırıyoruz aslında. Resepsiyondakine aylaklığı uygun gördüğümüz gibi kadını da öfkesi üzerinden tanımlıyoruz. Ya içerdeki, büyük odadaki, kapısı yumruklanan… O, öykünün asıl kişisidir, şimdilik. Adını bilmiyoruz. Şiir yazıyorsa Yağmur Pansiyonu ve intikam çığlıkları betimlemeleri ona aitse şair diyeceğiz. Şiirini, kadına kapıyı açmayışını, hatta girişteki yazıyı da ona yakıştıracağız.
Adam, kadına kapıyı açmıyordu, açmazdı, açmasındı. Aşk, aralarında düşünülebilecek onca bağlantı arasında ilk akla geleni elbette. Aşk, tutku, aldatma, intikam… Hepsi, hiçbiri… Belki de nedensiz bir sıkılma hâli ama nedensiz tüm sıkıntılara sağlam sebepler bulma gerekliliği öyküyü asıl gideceği yerden alıkoymasın, alıkoyamaz, alıkoymamalı. Aksine, bir öykünün ortaya çıkmasının en sağlam nedeni nedensiz sıkıntılardır. Yine de bir sebebe gereksiniyorsak, ki çoğu kez gereksiniriz; kadınla şairin yaşadığı bir aşk gecesi kurgulayabiliriz.
Şairle kadın, bir ilişki yaşamışlardır. Aşk, tensel çekim, bir anlık heyecan, yüreklerindeki boşluk duygusu her neyse… Yaşanmış olması yeterlidir. Öyle olmalı, öyledir zaten. Her şeyin düşlerimizdeki kadar büyülü olmasını istesek de gerçek dediğimiz, sıradan hayal kırıklıklarından oluşur. Hayal kırıklığı sık yaşadığımız bir duygu olsa da kolay kolay kimse birbirine bir hayal kırıklığı olduğunu söyleyemez. Şair kırılgan kadına ne dese… Seviştikten hemen sonra sigara içmişlerdir, öylesine, olması gerektiği gibi… Belleğimizin sıradan, çok kullanılmış motiflerinden biri olarak öyküde yer bulmasına şaşırmayın lütfen…
Bir öğleden sonraydı, Rum evinden bozma Yağmur Pansiyonunun denize bakan odasının panjurları sımsıkı kapalıydı. Yine de ağustos böceklerinin sesleri duyuluyordu. Oda, ilk sevişmelere yakışacağı üzere loştu. Kadın bacaklarını ortaya sermiş, memelerini yer çekiminden sakınmıştır ilk sefer olduğu için. Erkek, şair olsa da göbeğini içine çekeceği ilk birkaç dakikayı gözünde büyütmüş olmalı. Sevişme ki kendi ritminde tamamlanmış, esrime anının hemen ardından beyaz pikeye sarınmıştır. Kadın, bu sevişmeden şairin imgeleminde güneş yanığı omuzları, kolları ve esmer bacakları kalsın ister, bir de doyum anında etkili olduğundan emin olduğu küçük çığlıkları. Bunun dışındakileri beyaz pikeye sarıp duşa gider. Şair çıplak mutsuz, belki hep olduğu gibi. Sıradan bir sevişme duygusuyla pencereye yönelir, panjuru bir parça açsa bu berbat duygudan kurtulabilecek mi? Sigara, evet tam sırasıdır, sıradanlığa bunca teslim olmuşken. Kadın kendine pek yakıştırdığı bir kokunun görkemiyle duştan çıkar. Islak saçları, nemli gövdesi, kokusu gül. Yatağın kenarına oturur, sigara içen şaire gülümser, gül rengi bir kutudan çıkardığı yapışkan pembeliği, bacaklarına, omuzlarına, kalçalarına, karnına, memelerine, yüzüne, boynuna yayar. Gül sürer, uzun sürer. Pembe yapışkanlık vücudunun her köşesine yayılır, sanki bir yaşantıdır gül şimdi.
Şair, kadının kokusu burnunun ucundayken bir daha görüşmeyelim demeyi aklından geçirse de söyleyemez, midem bulanıyor, başım dönmeye başladı sözleri dökülür ağzından. Gerisi kendiliğinden gelir, gül kokusuna alerjim var. Şair şiir yazar ama öykü kurgulamayı da bilir. Aklına ilk gelen, yüzüne sürdüğü tek kozmetiğin gül suyu olduğu annesidir. Annesinin taptaze cildini, güzelliğini, belki de şehvetini borçlu olduğu Isparta güllerinden söz açar. Annesi çekip giderken eve sinen gül kokusunun çamaşır suyu kokusuna karıştığı bir çocukluk uydurur kendiliğinden. Kadın, şairin başını gül kokulu göğsüne bastırır, saçlarını yapışkan elleri ile karıştırır. Daha önce sadece fiziksel çekim duyduğu şaire tam da o anda âşık olur. Yaralarımız sandığımızdan daha çekicidir, özellikle de estetik bir bakışla sunulduğunda. Birbirinin yaralarını yalayan sokak köpeklerine benzeriz. Kadın, o öğle sonrası yarasına dilini sürdüğü şairi kolay unutmaz.
Sonraki gecelerden birinde, yağmur mevsiminin başlamasına ramak kalmışken kadın denize karşı soda ve çayını içmişken Yağmur Pansiyonu ve şair düşer aklına. Bilir ki bu saatlerde dizelerine gömülmüş kim bilir hangi yaralarını kanata kanata yazıyordur. Aklından geçeni yapmanın tam zamanıdır. Kadın, şairin kendisini portakal çiçeği kokulu bir şiirle aldattığından emindir ve Yağmur Pansiyonunda intikam çığlıkları atmaya hazırlanıyordur. Herkesin uykuda olduğu o sahil kasabasında.
Aysun Kara – edebiyathaber.net (10 Aralık 2012)