Söyleşi: Nilgün Çelik
Burcu Şahin, Everest yayınlarından çıkan, Kendi Heykelini Yontan Kadınlar adlı eserini okurlarına sundu. Her edebiyatçının ve Leyla Erbil hayranlarının kütüphanesinde bulunması gerektiğini düşündüğüm eseri hakkında merak ettiklerimi soracağım.
Öncelikle yoğun akademik hayatınızın arasında zaman ayırdığınız için teşekkür ederim. Eserinizi büyük bir zevkle ve merakla okuduğumu belirtmek isterim. Daha önce Onat Kutlar üzerine bir çalışmanız vardı, şimdi Leyla Erbil’in yedi eserini merkeze koyarak uzun ve detaylı bir çalışma yaptınız. Bu hazırlık ne kadar sürdü? Ve neden Leyla Erbil üzerine çalışmak istediniz?
Çok teşekkür ediyorum ilginiz için. Öncelikle iyi bir Leylâ Erbil okuru olduğumu söyleyebilirim. Sevdiğiniz yazarlar üzerine çalışmak oldukça zordur hatta akademide “sevdiğiniz yazarlar üzerine çalışmayın” da denir. Bense tam tersini tercih ettim ve çoğunlukla sevdiğim yazarlar üzerine çalıştım. Burada bir meydan okuma var elbette hem kendime hem akademiye. Bana kalırsa sevdiğiniz bir yazar üzerine çalışmak, eleştirel yaklaşmak evet zor ancak bunu başardığınızda çok daha iyi bir okur haline geliyorsunuz. Ben bu yolla hem onlara karşı mesafelenebildim hem de kendi adıma neden sevdiğimi anlamlandırabildim. Onat Kutlar da sevdiğim, mesafelendiğim ve böylece daha iyi anladığım yazarlarımdan.
Kitabımın ön sözünde Leylâ Erbil’le tanışma hikâyem var ve o günü bu kitabın hazırlık aşamasının ilk günü sayıyorum, kendimce! Fakat neden bu çalışmayı yaptığımla ilgili daha da önemlisi şu: Edebiyatı felsefeyle birlikte düşünmeyi, felsefi kavramlarla tartışmayı seviyorum. Sürekli soru sorarak ilerlemek beni akademide de tutan tek şey aslında. Seçtiğim ve sevdiğim yazarlara baktığımda da kurmaca yoluyla daima soru sorduklarını ve bu soruların da bir şekilde “kendilik” meselesini nişan aldığını gözlemlemek zor değil.
Leylâ Erbil’le yazınsal iletişimi “kendilik” sorunsalı üzerinden kurma ve çok sevdiğim kurmaca metinlerine mesafelenme yolculuğum, doktora tezimi yazma ve kitaplaştırma sürecini de düşünürsek yıllar süren oldukça uzun bir zamanı kapsıyor.
Leyla Erbil eserlerinin öznelliği, kahramanların ait olamama, “aitsiz kimlik” üzerine. Siz de bunun altını eserinizde önemle çiziyorsunuz. “Aitsiz kimlik, içine doğulan bu coğrafyada kendi olmanın zorluğunu en iyi ifade eden kavramdır.” diyorsunuz. Erbil eserlerinin yazıldığı dönemleri göz önüne aldığımızda, toplum, aile, birey üçgeninde yok olan “kadın”ın kendini bulma, var etme yolculuğu sancılı ve acılı. Burada hem inceleme eserin yazarı olarak hem de akademisyen kimliğinizle sormak isterim, bu aitsizlik, Erbil’in bize anlattığı “kimliksiz kadınlar” bugüne ayna olmuş diyebilir miyiz? Değişen, gelişen bir durum var mıdır? Bugün de kendini var etmeye çalışan kadınlar var mıdır yoksa bu kadınlar daha çok durumu kabullenmiş olanlar mıdır?
“Aitsiz Kimlik” kavramını Leylâ Erbil “Cüce” metninde kullanıyor. Orada Zenîme Hanım, kendini sorgularken, kendine kızarken söylüyor bu ifadeyi. Ben de kendilik bilinci hakkında yazdığım bir metinde bunu olumlu anlama çevirdim, yorumladım. Sıkışmışlıktan çıkış noktası olarak kodladım. Hem kendi olmanın zorluğunun altını çizdim böylece hem de her şeye rağmen bir yol olabileceğini belirttim. Aitsiz oluş bu anlamda bir kimlik edinmek. Leylâ Erbil metinleri üzerinden değerlendirdiğimde çok kısaca söylersem, değerleri sorgulamak, kabul etmemek, kurallara ve tahakküme karşı durabilmektir, aitsiz oluş. Hâl böyle olunca her bireyin mücadele yolu, kendiliği hakkında bilgi de taşıyor. Kimi öfkesini kendine yol ediniyor, kimi nefretini. Bazıları sevgisini bazıları yalnızlığını… Zenîme Hanım intiharı seçerken Sevda delilik yolunda ilerledi mesela. Kendilik bilincinin daima hareket halinde olduğunu, değişip dönüştüğünü düşünüyorum. Tahakküme karşı direniş biçimi hep aynı şekilde sağlanamaz. Benzer tekniklerle karşılaşırız ama içindeyken o sınırları zorlayacak bireysel yöntemler geliştiririz. Bunu kendi üzerine ve kendiliğini inşa etme üzerine kafa yoran herkesin fark edebileceğini düşünüyorum.
Siz, Erbil eserlerinin toplamında bu akışın, “nehir roman” yapısına uygun olduğunu belirtiyorsunuz. Nehir roman kimi yazarın kendini tekrar etmesinden korktuğu, yanaşmadığı bir yöntemdir. Erbil’in böyle bir tavır içine girmeyip, “Kendi Heykelini Yontan Kadınlar” serisini cesaretle yaratması Erbil’in kişiliği yönünde size ne düşündürüyor?
Kitabımda Leylâ Erbil’in incelediğim yedi metninin birbirinden doğduğunu iddia ettim. Esas meselenin de kendilik inşası olduğunu dile getirdim. Böyle bakınca yarattığı kadın-yazar karakterlerin büyümesine şahit olduğumuzu düşündüm. Büyüme ifadesinden kastım gelişmesi yahut yaş alması değil elbette. Bir akış var ve bu akışta kaybolmamaya çalışan bireyi okuyoruz. Her türden iktidarla mücadeleyi görüyoruz, dolayısıyla tekrara düşmek imkânsız bir hâl alıyor. Leylâ Erbil’in kendilik inşasında yazdıklarıyla örtüşen bir durum var. Sahici bir yazar olduğunu, yazdıklarıyla düşündüklerinin birbirini sarıp sarmaladığını söyleyebiliriz. Cesur bir yazar olduğunu, korkmadan yazdığını ve eleştirdiğini biliyoruz.
Eserinizi daha derin ve katmanlı yapan bir özellik de güçlü karşılaştırmalarla desteklemeniz. Michel Foucault’dan alıntılar ve karşı okumalar bunlardan bir tanesi. “Foucaultcu bakış açısına uygun, eleştirdiği yapının içinde olan fakat ona uyum sağlamadan, onu dönüştürmek için çabalayan bir kendilik söz konusudur.” Diyorsunuz. Eserinizi okumak isteyenlere ipucu olması amacıyla, bu bakış açısından ve hupomnemata yönteminden, eseri ne denli desteklediğinden bahseder misiniz?
Foucault ve kendilik teknolojileri başlı başına kocaman bir ders elbette. Çalışmamda beni harekete geçiren önemli bir cümlesi vardı Foucault’nun. Tahakküme karşı yeni öznellik biçimleri geliştirmek gerekir diyordu. Leylâ Erbil de yazıyla, kurmacayla tam da bunu yapıyordu bana kalırsa. “Aitsiz Kimlik” yaratımını ben böyle okudum. İncelediğim karakterler, tam olarak eleştirdikleri yapının içinde ve orada oyuk açmaya çalışıyorlar, çeşitli mücadele yolları geliştiriyorlar. Kendiliklerini inşa etmenin yollarını arıyorlar.
Çalışmamda Leylâ Erbil’in metinlerini bir çeşit hupomnemata’ya benzettim. Hupomnemata yapılanları ve yapılacakları hatırlatan bir not defteri ve ilk kullanım alanında siyasi bir yönetim aracı. Bunu kendilik kültürü ve yazı arasındaki ilişkiyi çözmek adına kullandım. Foucault da kendinin yönetimi tabirini kullanırken aslında kişinin kendiyle daimi politik bir ilişkisi olduğundan bahseder ve kendimizin politikasını inşa etmek zorunluluğunu dile getirir. Yazı ile kendilik kültürü arasındaki bu derin bağda hupomnemata sadece bir taslak gibi dursa da Leylâ Erbil yazınında bu notlar, taslak incelikle işlenmiştir. Leylâ Erbil’in yazdığı konuları, metinlerinde geçen toplumsal ve siyasal meseleleri düşünürsek “hatırlatıcı olarak” hupomnemata ifadesi daha anlamlı hale gelecektir.
Erbil, eserlerinde ülkenin siyasi olaylarına ve kişilerine kahramanlar üzerinden yer vermiş olmasını, -Mustafa Suphi ve 6-7 Eylül olayları gibi- Erbil’in sadece bireyi değil yönetimi de eleştirel gözle izlediği ve bazı olayların unutulmaması gerektiği için edebiyat yoluyla tarihe not düştüğü şeklinde yorumlanabilir mi?
Kesinlikle zaten “Tuhaf Bir Kadın”ın önsözünü de hatırlarsak bunu açık açık söylüyor. Ben de bir önceki soruda buna değinmiş oldum aslında. Yazı ve bellek arasındaki sıkı bağı, kuvveti çok keskin bir şekilde görebiliyoruz. Leylâ Erbil metinlerini toplumsal amneziye karşı direniş metinleri olarak değerlendirmek dahi mümkün.
Yeni çalışmalarınız var mı? Yine aynı türde mi olacak?
Kitaplaştırmak istediğim başka çalışmalarım var. Elimin altında olan ve yavaş yavaş odaklanmaya başlayacağım çalışmam “Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkçe Romanda Ölüm” olacak. Doğu’da ve Batı’da ölüm algısını incelediğim, yazarların ölümü nasıl algıladığını araştırdığım, ölümü romanlarında nasıl kullandıklarını yorumladığım bir çalışma bu. Edebiyatın, felsefenin iç içe olduğu bir çalışma olacak yine ve bence en önemlisi de kendilik bilinci ve ölüm meselelerinin birbirine çengelli iğneyle tutturulmuş gibi durması.
Tüm cevaplarınız için teşekkür ederim.
edebiyathaber.net (23 Eylül 2024)