Sıradışı bir hayat: Franz Kafka | Nilüfer Kuzu

Ekim 24, 2024

Sıradışı bir hayat: Franz Kafka | Nilüfer Kuzu

1883’de Çekoslavakya’nın başkenti Prag’da doğan Franz Kafka, varlıklı bir Çek Yahudisinin oğluydu. Babası Hermann Kafka 1881’de, Prag’da Kavka (Çekçe alakarga anlamını taşıyan) bir modaevi açar. Tabeladaki küçük, siyah kuzgunun kargaların arasına karışıp onlarla birlikte göç etmesi, simgesel bir anlam taşır: Hermann Kafka, Çek kasabalarından kentlere gelerek, başarıya ulaşmak için Almanlaşan Yahudi toplulukların bir üyesiydi. İş dünyasında kendisini kabul ettirerek, çocuklarını Alman okullarına göndermiştir. Ancak çabalarına rağmen Franz Kafka, hiçbir zaman bir başka kimliği benimsemeyecektir; ne titiz bir bürokrat, ne sanayici bir ailenin kimliğini, ne de Avusturya-Macaristan Krallığı’na sadık kimliği, hiçbirini benimsememiştir.

Kafka her türlü sanat etkinliğine düşman bir aileden gelmektedir. Toplumda kendine bir yer edinmenin çok para kazanmaktan geçtiğini savunan baba Hermann Kafka, oğlunun yazarlığa eğilimini de hoş karşılaşamıyordu. Aralık 1919’da babasına yazdığı, ama adresine hiçbir zaman ulaşmayan  100 sayfalık dramatik Babaya Mektup’ta anlattığı kişilik mitosunun temeli olarak gördüğü, babasına karşı hayranlık ve küçümsemeyle karışık duygular buradan kaynaklanmaktadır. Dava’nın son sözlerini yine kaybedilmiş baba-oğlu ilişkisini düşünerek yazacaktır: “Sanki utanç onun ardından da varlığını sürdürecekti.”Hem kendisine hem de babasına olan güvenini kaybetmiştir. Ve şempanzenin insanlık derecesine yükselişini anlattığı, alaycı, Ein Bericht für eine Akademie’yi babasına adayacaktır. Kafka’nın babasıyla ilişkisi, tüm ilişkilerine ve eserlerine model oluşturur. Otoriter, bencil, başarılı ve çevresinde ürküntü yaratan baba simgesi Kafka’yı hayatı boyunca etkiler. Babası hep yaşamının merkezinde olmuştur. “Değişim” ya da “Dönüşüm” hikayesinin kahramanı Gregor Samsa üç şeye karşı çıkar: baba otoritesinin baskısına, duygusal yaşamın yok olmasına, ekonomik sömürüye.

Kafka sosyal alanda da bir itilmişliğin içindedir: dillerini ve kültürlerini terk ettiği için Çeklerce, aralarına katılmak istediği ama onu davetsiz misafir gibi gören Almanlarca ve başka topluma bağlanmaya çalışarak inancına ve geleneklerine ihanet etmekle suçlayan Yahudilerce dışlanmıştır. Kafka, tüm azınlıkların en belirgin özelliklerini bünyesinde biraraya getirmiş farklı bir yazardır. Kafka Günlükler’de 25 Aralık 1911’de şöyle der: “Küçük bir ulusun belleği, büyük bir ulusun belleğinden daha zayıf değildir; bu da, elindeki malzemeyi çok daha derinlemesine işleyebilir demektir.” Azınlık edebiyatının seslendirdiği küçük alanda, yazarın söyledikleri çok daha fazla ses getirir ve anında ortak eylem biçimine dönüşür. Bilinen ve kabul edilen uzlaşma sistemleri ve belli anlatım biçimleri karşısında yenilik peşindeki yazar, daima “gelişmekte olan” kişi olarak kabul edilir. Kafka da bu türden bir yazardır.  

Kafka, Max Brod’un inandığı gibi Yahudilik durumunun panoramasını yansıtmadığı gibi, Kiergoard ve Dostoyevski etkileri görüldü diye yeni bir dinbilim de oluşturmaz; imgelerinin çoğu düşlerden kaynaklansa bile, gerçeküstü bir bakış açısı da sayılmaz. Özel bir ruhsal deneyimden kaynaklanan Kafka’nın eserleri –terk edilmişlik duygusu uyandırsa da–  evrenseldir.

Kafka’nın varoluşu başından kaybedilmiş bir yaşam savaşıdır. Kısa bir süre edebiyat ve tıp öğrenimini gördükten sonra, özel yaşamı ve yazarlığa daha çok zaman ayırabileceği düşüncesiyle hukuk mesleğini seçer ve Prag’da doktorasını verdikten sonra sigorta şirketinde çalışmaya başlar. Buradaki memuriyet görevi onun edebi yaratıcılığının gelişmesini engeller. Yazmak için sadece geceleri vakit bulabiliyordu. Bir süre sonra bu, sıkıcı iş haline gelmeye başlar. Hastalığı yüzünden işinden ayrılınca, kendisini bütünüyle yaratıcı çalışmalarına verme olanağı bulabilmiştir.

Bilimdeki gelişmelerle yakından ilgilenen Kafka’nın Klasik Alman felsefesi ve psikanaliz ilgi duyduğu konular arasındaydı. Kafka Almanca yazdığı yapıtlarında insan yaşamındaki belirsizlikleri ve kaygıları bir karabasana benzer biçimde dile getirir. Dili kolay anlaşılır betimlemelerinde ayrıntıya önem verir. En ilginç ve en çok yankı uyandıran öykülerinden biri olan Dönüşüm’ün kahramanı Gregor Samsa bir sabah yatağında kendisini böcek olarak bulur. Çevresinde her şey eskisi gibidir, değişime uğrayan yalnız kendisidir. Böcek imgesi belki de yaşamın ne denli sıkıcı olduğunu,  yabancılaşmayı ve kendi kendinden tiksinmeyi ifade etmek içindi.

Kafka’nın öykülerindeki bitmemişlik izlenimi veya hiçbir kesinlik taşımayan sonlar, onun yaratıcı dehasının zaafı olarak görülmez; sonsuza kadar “açık” kalacak bu eserler, bir türlü yakalanamayan bir gerçeğin sonuçsuz kalan, ama ısrarla tekrarlanan araştırması gibidir. Suçlu, kendi zindanını kendisi kurar. Bireyin kendi varlığına bir anlam bulmak için gösterdiği çaba, sonuçta kaçınılmaz biçimde yazgısının gizemini daha da içine girilmez kılar. Kafka, bu temayı bütün eserlerinde, özellikle de ölümünden sonra  yayımlanan iki romanı, Dava (1925)  ve Şato’da (1926) ele almıştır.

Franz Kafka, Kierkegoard ve Flaubert’de kendi yazgısının belirtilerini görür: yalnızlık, suçluluk duygusu, umutsuzca sanatta aranan birlik ve bütünlük isteğine duyulan açlık! Kafka, sıra dışı, marjinal bir hayat sürmüş, bilincini ve gücünü azınlık duygusundan almış, ama evrensel kalabilmiştir. Ölümünden sonra yakılmasını vasiyet ettiği eserlerini yakın dostu Max Brod, vasiyeti yerine getirmeyip yayımlatarak, 20. yüzyıl edebiyatının zenginleşmesine katkıda bulunur. Ayrıca Kafka’nın yaşamöyküsünü de yazarak yapıtlarını yorumlamıştır.

Türkiye’de Kafka’nın eserleri 1950’li ve 1960’lı yıllarda yapılan çevirilerle tanınmaya başlanmıştır. Gürsel Aytaç, 1960’lı yıllarda Kafka’ya ve eserlerine gösterilen ilgiyi “Kafka dalgası” olarak yorumlarken, Selim İleri o yıllarda Kafka’ya delice tutkun olduklarını ve ondan söz açan hiçbir şeyi kaçırmadıklarını ifade eder. Günümüzde ise en kapsamlı Kafka biyografisi olarak kabul edilen Reiner Stach’ın iki ciltlik eseri “Karar Yılları” ve “Kavrama Yılları”nı Mayıs 2013’te Türkçe’ye çeviren Sezer Duru bir röportajında Franz Kafka’nın Türkiye’de artık “bir efsane” olduğunu vurgulamaktadır. “Dönüşüm” Kafka’nın Türkçe’ye en çok çevrilen eseridir. İkinci olarak en çok çevirilen eseri ise Dava’dır. Türkiye’de Kafka çevirilerinin yoğunluğu diğer Alman yazarların eserlerinin çevirilerinin yoğunluğu ile karşılaştırıldığında Musa Sağlam Yaşar’ın 2003’de çıkan “Türkçe’de Franz Kafka” adlı makalesine dayanarak Franz Kafka’nın Türk okurları arasında Alman dilinde en çok okunan ilk beş yazar olduğu olarak görülür. Musa Sağlam Yaşar’ın araştırmasına göre Kafka tercüme edilmiş on beş eseriyle sıralamada beşinci sırada yer almaktadır. Elbette burada Kamuran Şipal çevirilerini de anmak lazım. Ahmet Cemal’e göre, “Türkiye’de Kafka’nın yapıtlarının hemen tümünün dilimize çevrilmiş olmasına karşın, bu yazara ve işaret ettiklerine ilişkin yorum çalışmaları henüz olması gereken düzeyin  epey altında. Bunda hiç kuşkusuz ülkemizin kültür yaşamında yaygın olan yazın-yaşam kopukluğu, başka deyişle yazını ve sanatı bir yerde, günlük yaşamı da apayrı bir yerde görme alışkanlığının varlığını sürdürmesi de rol oynuyor.”

13 Mart 1996’da DGM’de fikir özgürlüğü ile ilgili bir davada Mahir Günşıray mahkemedeki savunmasında Kafka’nın “Dava” romanından uyarlanmış tiyatro eserinden birkaç cümle okur. Ancak savcılar cümlelerin Kafka’nın eserinden uyarlanıp alıntılandığını bilmedikleri için kendilerine hakaret kabul ederek Mahir Günşıray’ı suçlu bulurlar ve akabinde Günşıray mahkemeye hakaretten  altı ay hapis cezasına çarptırılır.

Ahmet Cemal, Kafka’yı anlamanın, çağı anlama ile eşdeğer olduğunun altını çizer…

Kaynakça:

  • Temel Britannica
  • Théma Larousse Tematik Ansiklopedi
  • Franz Kafka – Dönüşüm,  Koridor Yayıncılık
  • Franz Kafka’nın Türkiye’de Alımlanması – Süreyya İlkılıç (Makale)

Yorum yapın