Bu cümleyi içimde üçüncü kez tekrar ediyorum: Matias Faldbakken bir arabayı kullanıyorsa eğer insan bu kadar yavaş giden bir arabada ancak bu kadar ağır darbeler alabilir. İmkânsız ama mümkün olabileceğine inanmaya daha yakın hissediyor insan. Öyle çelişkiler içerisinde huzurlu ve mutlu hissediyorum.
Türkçeye çevrilen ilk kitabı Garson ve kendisini takip eden Biz Beş Kişiyiz kitaplarının ardından bu defa Dilruba Aydın çevirisi ile üçüncü kitabı Zavallı Şey, Timaş Yayınları etiketiyle okurlarıyla buluştu.
Matias Faldbakken, Garson kitabında yerden yükseğe inşa edilmiş bir müzik köşesi, sanat eserleriyle dolu duvarlara sahip bir restoranın garsonu olarak müşterileri tanıma kabiliyetinin nasıl geliştiğini anlatırken sanatın farklı dallarıyla kurgusunu daha da kalıcı ve fonetik hale getirmişti bence. Bunu yazarla ilk kez tanışmamı sağlamış bir kitaba övgü olarak defalarca tekrar edebilirim: Matias Faldbakken bir yazar olmanın ötesinde bir sanatçı olduğunu da Garson’da oldukça iyi bir şekilde göstermiş. Biz Beş Kişiyiz kitabında ise kendisini bir çukurdan çekip alan sevgilisi için köyün en iyi bölgesine ev inşa eden bir adamın kil hamurundan yaptığı şeklin başına açtığı işleri anlatırken dinlediği Metallica şarkılar ve hamuru bir robot gibi evin bütün işlerini kısa sürede gerçekleştirebilen bir buluşa çevirmesiyle müziğin yanı sıra bilimi de kurgusuna katmak konusunda ne kadar başarılı olduğunu kanıtlamıştı. Edebiyat işte bu şekilde farklı dalların birleşerek akla hayale sığmayan bir ağacı ortaya çıkarınca tadından yenmiyor açıkçası.
Fakat Zavallı Şey, diğer iki kitabından çok farklı. Çünkü bunların hiçbirisi yok. Matias Faldbakken beni her zamanki gibi bir yolculuğa çıkarttı doğru ama bu yolculuğu tanımlayacak bir kelime henüz bulamadım. Bir olay örgüsü desem değil; zamansız bir zaman içerisinde ayrıntıdan ve betimlemelerden uzak bir yerlerde süregelen hislerin eylemleri düşününce geri planda kaldığı ama eylemlerin de bizi bir yere götürmediği, tabiri caizse hiçliğin ortasında her şeyin olduğu bir kitap.
Blum ailesine sahiplenilmiş bir evlat olarak dahil olan Oskar ve onun bir dönem kaçış yeri olarak benimsediği, zamanının çoğunu geçirdiği meşe ağaçlarının bulunduğu ormanda bulduğu insan demeye çok uzak bir çocuğun birbirlerini sahiplenme hikâyesi. Kitaba ilk başladığım zamanlarda ülkenin yaşadığı çocuk problemlerine iyi bir parmak basacağını düşünmüştüm ama yanılmışım. Zavallı Şey, hangi cümleyi kursam yetersiz hissedeceğim ölçüde değişik bir kurguya sahip.
Oskar, çocuğu bulduğu yerden alıp eve götürür ve bu yabani çocuğun karnını doyurur, bir yatak hazırlar, üzerine yapışan yabancılaşmayı bir nebze soyup üzerinden atabilmesi için banyo yaptırır. İşte o zaman çocuğun bir erkek değil de kız olduğu hatta genç bir kadın olduğu ortaya çıkar. Fakat bu genç kadın psikososyal cücelik hastalığına sahip yani olduğundan daha küçük göstermesine sebep bir büyüme geriliği var. Haliyle konuşamıyor, yatağını ıslatıyor ve küçük bir çocuk gibi yedikçe boyu uzamaya başlıyor. Gelin görün ki bunun yanında kendine ve bulunduğu ortama alıştıktan sonra Oskar ile arasındaki bağın özel olmasından hareketle -neticede kendisini Oskar bulup bir nevi evcilleştiriyor- Oskar ile cinsel bir bağ kuruyor. Çok sonra genç kadın kendine bir isim buluyor: Utskilde. Yani parçalara ayrılmış demek. Tüm bunları düşününce ne kadar da anlamlı. Birbirinden farklı onlarca küçük parçadan bir insan oluşmuş: yabanilik, cahillik, çocukluk, kadınlık, açlık, geri kalmışlık, eksiklik, bütünlük, su, toprak, uzak, yakın, fark edilmemesi imkânsız bir aura… Ama yeri gelince birbirinden ayrılıyor bu parçalar. Yine de bir arada olmaktan da vazgeçmiyorlar.
Oskar’ın ve Blum ailesinin müthiş mücadelesinin ardından kendini toparlayan ve gelişen Utskilde’nin bir yandan da Oskar ile gizlice yürüttüğü ilişki bir gün açığa çıkar. Yatakta basılan iki genç, aile tarafından şiddetle reddedilir. Genç kadını polise teslim etmeyi düşünen ailesinin karşısında Oskar ve Utskilde de çareyi kaçmakta bulur. Bir insanın kaderinde kopmak varsa bir daha hiçbir yere tam olarak bağlanamıyor demek ki. Ailesinden kopup gelen Oskar ve doğasından koparılıp getirilen Utskilde ancak birbirlerine bağlanabilmeyi öğrenirler. Aile üyelerinden biri olan Annar’ın son dakika Oskar’ın cebine koyduğu notta bir adres ve bir isim yazılıdır. Rota Oslo, isim ise Tommy Blum’dur. Yani ailenin istenmeyen bir diğer çocuğu sakat T. Honsi.
“Kokla, dedi ufak tefek adam.
Kız kokladı.
Düzgün kokla.
Kız ağzını şapırdattı.
Nasıl kokuyormuş şarap?
Müterkep, dedi kız.
Evet, mürekkep, dedi Tommy Blum. Aynen öyle. Ama yalnızca mürekkep gibi kokmuyor. Kan gibi de kokuyor. Kokuyu alabiliyor musun? Kesik kokuyor. Derin yara. Et. Gece. Neredeyse cinayet. Bu iyi bir kırmızı şarap.”
Matias Faldbakken, şevk tozuna hayran bir karakter yaratmıştı Biz Beş Kişiyiz adlı kitabında. Zavallı Şey kitabında ise tütüne büyük bir açlık duyan Oskar’ı yaratmış. Tommy ile gece gezmelerinde ilgiyi üzerine çekmekten keyif aldığını fark eden Utskilde evden çıktıktan sonra Oskar’ın tek arkadaşı sigarası olmuştur. Biz Beş Kişiyiz’de de bu böyleydi. Hep zayıf yanlarımıza sarılması için kötü arkadaşlar seçtirdi bize Matias Faldbakken. Çünkü bir yandan da bununla birlikte yaşamanın anlamsızlığını ve gerçekten görülmesi gereken ayrıntıları nasıl da gözden kaçırdığımızı gösteriyor. Ama kabul ediyorum, bu defa hiç böylesi bir kurgu beklemiyordum. Biraz daha sanat, biraz daha müzik mutlaka görürüm derken beni alışılmışın dışına çıkaracak o gücü içinde barındırdığı için mutluyum. Matias Faldbakken yazdıkça açılıyor, yeniliklerini okurlarıyla paylaşmaktan çekinmiyor.
İlkel olanın kendi imkanlarından daha gelişmiş olana geçişini, bu geçişi sırasında emek verdiği her şeyin bir diğerinin gözünde ne kadar acınası durduğu fakat gün geçtikçe ve süreç iyileştikçe bunun nasıl da normalleşebildiğini, bir gün ilkel olanın da kendinden oldukça ileride seyreden hayatın içerisinde kendini sevdirecek bir alan bulabildiğini anlatan bir kitap bence Zavallı Şey. Bana değen bir başkasına değmeyebilir ama ona değecek olan şey de benim hiç fark etmediğim bir yer olabilir. İşte bunun sihrini hissettiğim her yerde sonsuza dek yaşayabilirim.
“Taşrada büyüdüysen, herkesin geçtiği yollardan geçmesen dahi bunu fark etmen yıllar alabilir. Daha iyi nedir bilmediğin sürece “normal” alıştığındır.”
edebiyathaber.net (29 Ekim 2024)