Öykü: Ölmüş bir annenin doğmamış oğlu | Oğulcan Taflan

Ekim 31, 2024

Öykü: Ölmüş bir annenin doğmamış oğlu | Oğulcan Taflan

İstemez, dedi kesin bir sesle. İnadını kırmaya çalışan ablası bunun nafile olduğunu görünce vazgeçti.

‘Kiminle geldin buraya?’

‘Samet’le geldik. Çocukları annesine bıraktık. Aşağıda şimdi, sen gelme dedim ona. Abla kardeş konuşuruz diye’

Kemikli çirkin suratına bir gülümseme yerleşti Vedat’ın. Annesinin ölümünden bu yana ilk kez gülümsemiş olabilirdi.

‘Sevgili anneciğimizin hayattayken başaramadığı ölümünde gerçekleşti desene!’

‘Konuşma Allah aşkına şöyle. Ben istemez miydim daha yakın olalım birbirimize? Ama biliyorsun işte…’

Durakladı Nuran. Aslında o da neyi bildiğini bilmiyordu. Anlamsız bahanelerin ardına saklanmanın bu saatten sonra bir faydası olmayacaktı.

Vedat gözlerini pencereye çevirdi. Rüzgârın uğultusu ve şiddetiyle gıcırdayan tahta pencerenin önüne bir kuş konmuş, meraklı gözlerle etrafa bakınıyordu. ‘Ne aptal hayvan şunlar’ diye geçirdi içinden. Bir hışımla pencereye fırlayıp kuşu korkutup kaçırdı. Nuran’ın da tıpkı kuş gibi bu beklenmedik eylem sonucu yüreği ağzına gelmiş, şaşkınlık içinde kardeşine bakakalmıştı. Vedat az önce yaptığı ani hareketi umursamazcasına olağanca sakinliğiyle tekrar yerine oturdu. Hiçbir şey olmamış gibi ablasının büyümüş gözlerinin içine baktı.

 Nuran sorusunu yineledi:

‘Birkaç hafta, en azından toparlanana kadar, bizde kal. Bak senin için de iyi olacak.’

‘İstemez.’

 Vedat, ablasına gereğinden fazla sert davrandığını düşündü, acısını çıkartacak birilerini arıyordu besbelli.

‘Samet abiye çok selam söyle. Ben iyiyim, sadece biraz yalnız kalmaya ihtiyacım var.’

‘Bak, annemle hep yakındınız, biliyorum. Bunca sene birlikte yaşadınız. Ben belki evden daha önce ayrıldığım için acım seninki kadar derin değil. Ama senin de bir hayatın…’

Sustu yine Nuran. Kelimelerini özenle seçmeye çalışıyordu. Çünkü karşısında oldukça hassas, kırılgan bir adam vardı. Söylediği yanlış tek bir sözcük bile bıçak yarası gibi derin izler bırakabilirdi.

‘Son zamanlarda pek konuşmazdık zaten’ dedi Vedat sakince.

‘Biliyorsun, bilinci pek yerinde değildi.’

Vedat yine bir süre uzaklara daldı. Gözleri karşı kanepenin üzerindeki kırışık battaniyeye sabitlendi. Annesinin televizyon karşısında üzerine örttüğü yün battaniyeye… Birkaç saniye sonra odak noktası değişmese de düşünceleri dağılmış, başka şeyler düşünmeye başlamıştı. Miray’ı düşündü ilkin. Sonra kocasını, iki çocuğunu… Arkadaşının ona evlilik haberini verdiğinde kalbinde hissettiği sızıyı…

‘Artık pek de genç sayılmam değil mi?’

Şakayla karışık sorduğu bu sorunun altında yatan gerçeklik payı yüzündeki gülümsemeyi aldı götürdü. Nuran şiddetle karşı çıkıp ‘olur mu öyle şey, saçmalama’ dedi.

‘Sen yaşlıysan ben öldüm demektir. Hem hiçbir şey için geç değildir.’

  Bu beylik laflara karnı toktu Vedat’ın ama tartışmaya da mecali yoktu. Dile kolay otuz beş sene diye geçirdi içinden. Ömrünün büyük bir kısmını hasta, yaşlı annesiyle beraber geçirmişti. Canı az kadınlardan değildi annesi. Güçlü gözükmek için özel bir çaba sarf ederdi. Son nefesine kadar da Vedat’ı küçük bir çocuk gibi görmeye ve ona bu şekilde annelik yapmaya devam etmişti. Bu iyi mi kötü mü bilmiyordu. Tek hissettiği boşluktu. Yaşamının büyük bir kısmını kaplayan bir insan hayatından çıkıp gitmişti ve ardında üç beş kıyafet, bir yün battaniye ve beraber çekildikleri birkaç fotoğraf bırakmıştı. Gerisi koca bir boşluktu…

 Geçenlerde bir dergide okumuştu, ölen yakınlarımızı yavaş yavaş unutmamızla ilgili bir makale. Önce sesleri, sonra yüzleri hafızamızda kaybolmaya yüz tutuyormuş. Annesini de unutacak mıydı? İyi ki o tek tük fotoğraflar var, diye düşündü.

‘Yemeğin var mı?’

 Ablasının sorusuyla birden dünyaya döndü. Gözünü buzdolabına doğru seğirtti. Sanki oraya bakınca hatırlayacakmış gibi.

‘Annem ıspanaklı börek yapmıştı. Buzlukta olması lazım…’

Nuran’ın gözleri ıslandı. Vefat haberini aldığından beri, annesinin ölümünü serinkanlılıkla karşılamıştı. Lakin şimdi onun yapıp buzluğa attığı bir ıspanaklı börek gözlerinin dolmasına sebep olmuştu. Vedat’a hislerini belli etmemeye çalıştı. Beraber sustular.

Ablası gittiğinde nedense rahatlamış hissetti. Acısını, her zaman olduğu gibi, yalnız yaşamak istiyordu. İnsanın kendisini dünyanın en yalnız, en üzgün, en aciz, en sefil kişiymiş gibi hissetmesinin hoşnutluk veren bir tarafı vardı. Bu işkenceyi kendine yapmaktan haz duyuyordu Vedat. Belki de gerçekleştiremediklerinin, yapamadıklarının tesellisini bu bahanelerde arıyordu. Şüphesiz bu en’lerin hiçbiri değildi. Sıkıcı ama korunaklı bir yaşamı olmuştu. Açlık çekmemişti sözgelimi, soğukta kalmamıştı. Tekdüze, sürprizlerden uzak bir hayattı onunkisi. Yine de o her şeyde bir acı bulmasını başarıyordu. Aşağılık kompleksinin bir sonu yoktu. Hüzne doymayan bir tarafı vardı. Hatırlıyordu da lisedeyken yakınını kaybeden bir arkadaşını kıskanmıştı. Ona yas vermeye gidenleri, yanında olup ona el uzatanları görünce yalnızlığının çaresinin acı çekmekten geçtiği hissine kapılmıştı. Annesinin, babasının, ablasının ölümlerini gözünün önüne getirmiş, ertesi gün ona koşan insanları düşlemişti. Omzuna konan elleri, gözyaşlarını silen ince zarif parmakları…

Annesinin ölümünün onda uyandırdığı hisleri tahayyül etmeye çalıştı. Lise dönemindeki o genç delikanlının tasarıları gerçeğe dönüşmüştü. Çektiği acı, annesinin ölümünden daha çok, annesi ölmüş yalnız bir adam olmasına dönüktü. Hüznü tamamıyla kendine çevirmişti. Bunun uzun yıllar yoldaşlık ettiği biricik annesine ihanet olduğunu düşünüyordu. Yine de bunu, en azından kendine itiraf etmeliydi. Dışarıya, sınırlı çevresine, yansıtmadığı gizli megaloman tarafı yüzeye çıkmıştı. Büyük kayıplardan küçük tatminler çıkaran bir mazoşist miydi o?

Televizyonun karşısındaki koltuğa tıpkı annesinin yaptığı gibi bacaklarını kırarak uzandı, yün battaniyeyi üstüne çekti. Gözlerini yumdu, Miray’ı anımsamaya çalıştı. Koyu, omzunda bitiveren küt saçlarını, mavi gözlerini, dolgun dudaklarını… Her zamanki gibi ona gülümsüyordu. Hep gülümserdi. El ele tutuşup deniz kenarına gittiler. Vedat, Miray’ın elinin sıcaklığını yanağında hissetti. Sıcaklık baştan ayağa tüm vücuduna yayıldı. Miray, hep yanında olacağını, onu hiç yalnız bırakmayacağını söylüyordu.

Üniversiteden arkadaşı yanına uğramıştı. Ona da tıpkı ablasına olduğu gibi iyi olduğunu, yalnız kalmaya ihtiyacı olduğunu söyledi. İhtiyacının bu olmadığı barizdi. Yine de kendisine işkence eden çileci tarafıyla düşünmeye, hareket etmeye devam ediyordu. Burada da aklında habis düşünceler belirdi. Ruhundaki ıssızlığı giderecek kimseler değildi onlar. Ne ablası ne arkadaşı…

Yine pencerenin yanına yaklaştı. Gelip geçeni izlemeye koyuldu. İçinde şiddetli bir yok etme isteği belirdi. Yıllardır sakin kişiliğinin arkasında gizlenmiş, örümcek ağı tutmuş öfkesi iyiden iyiye birikmiş, taşmayı bekliyordu. Kendini yok edemezdi, bunun bir faydası da olmazdı. Ardında gözü yaşlı bir abla ve birkaç seneye kendini unutacak bir arkadaştan başka… Daha kalıcı bir şeylerin peşindeydi. Bir iz bırakmak sonra da o izi unutturup yok olmak olabilirdi pekâlâ. Dairedeki huysuz Cevdet Beyi düşündü, üst komşusunu, karısını döven Hasan’ı düşündü, eve tamir için gelip kendisinden fazladan para alan üçkâğıtçı ustabaşını düşündü, nefret ettiği herkesi düşündü, kıskandığı herkesi düşündü, düşündü, düşündü… Pencereden gözetlediği insanları inceledi ve aralarından en kötü insanı belirlemeye çalıştı. En az Hasan kadar kötü olanını, en az Cevdet kadar… Miray’ın kocası da belki üst kattaki Hasan gibidir. Dövüyordur onu. Güzel mavi gözlerinden süzülen yaşlara aldırmadan…

‘Vedat, kurtar beni bu adamdan! Dayanamıyorum artık!’

 Pelerinini giyiyor. Miray’ı kurtarmak için yola çıkıyor. Mutfaktaki çekmeceden ekmek bıçağını yanına almayı unuttuğunu fark edip geri dönüyor. Bıçağı iyice bilemeye çalışıyor. Bir şövalyenin kınından çıkardığı kılıcı kadar keskin olmalı. Pelerini düşecek gibi oluyor. Aynanın karşısına geçiyor.

Vedat gözlerini belerterek kendine baktığında yün battaniyeyi boynuna dolamış, elinde siyah saplı büyük ekmek bıçağı olan kambur, kır saçlı bir adam görüyor. Sonra. Guruldayan karnını dinleyip ıspanaklı börekleri, soğukluğuna aldırmaksızın, iştahla ağzına atıyor.

edebiyathaber.net (31 Ekim 2024)

Yorum yapın