Yazıyı okuduğunuzda, İstanbul 41. TÜYAP Kitap Fuarı kapılarını yeni açmış olacak. Böylece yayıncısının standına gidip romanı bulma, inceleme, hatta ve bence satın alma eyleminde bulunacaksınız. Okuduktan sonra (bakın bu bir edebiyat boşboğazı kehaneti olabilir) dönüp bu yazıya tekrar göz atacaksınız. Ara sıra karşınıza çıkıp çoğunluğu dünya ve Türk klasikleri olmak üzere zaman zaman yerli ve çağdaş modern romanlar hakkında notlarını paylaştığını öne sürerken basbayağı edebiyat eleştirisi yapan yazar, bu sefer neden hayli iddialı bir girişi seçti acaba? Bu soruyu kaç okur paylaşır bilemem ama bazı metinler hakkındaki yazıları da değiştirebilecek güce sahiptirler.
Üstüne üstlük o metin ve yazarı tıpkı gökteki yıldızlar kadar kalabalık bir edebiyat dünyasında ışığının fark edilmesini bekleyenler listesindeyse, durum daha da çetrefilli hale gelir. Şimdi bu cümlenin ardından da ‘Hadi bakalım ne demek istiyor’ sorusunun geldiğini Sağır Sultan bile duyabilir. Ki cevabı hayli basit: Edebiyat her ne kadar kalemin kağıt üzerindeki alfabe denilen bir toplumun dilbilimi konusundaki resmi uzlaşısının eseri olarak belirli seslerin karşılığı olan ifadelerin yazılmasıyla ortaya çıkan kelimeler ve kelimelerin oluşturduğu cümlelerin hem kendi hem de alt anlamlarından ibaret olsa da aslında yaşayan bir varlıktır. Ve her yaşan varlık gibi adına zaman denilen kozmik gizemle birlikte değişir. Unutmayalım bu evrende 3 şey tam olarak bilinemez: Karanlık Madde, İnsan Bilinci ve Zaman. Şimdi itiraz edenler çıkacaktır ‘Ama biz zamanı üstelik analog veya dijital saatlerimizle saliselere dahi bölerek hesaplayabiliyoruz’ diye. Evet, hesaplayabilmemiz zaman kavramını tanımlayabildiğimiz dahası onun varlığını kesin olarak bildiğimiz sonucunu çıkarmaz. Dünyadaki işlerimizi kolaylaştırmak adına yıl, ay, gün, saat, dakika, saniye diye bu akışı bölüyoruz. İşte o İsviçre’de üretilen som altından yapılma, mücevherlerle süslü aslıda zamanı değil de serveti gösteren çeşidinin yanında bir ağaç çubuğunu düz bir zemine dikerek gölgesiyle de belirlenebilen zaman gelip geçtikçe tüm bakışı, görüşü, duruşu değiştirebilme özelliğine sahip. Hem bu öylesine bir özellik ki konuya edebi yönden bakacak olursak adına bugün dediğimiz zaman diliminde çok popüler olan bir yazar ve metni zamanın koşusu ile artık önemsiz ve hatırlanmayan hale dönüşebilir. Tam olarak da yollar burada ayrılır: Ya hatırlanmayan yazar ve metni zaten hatırlanmak için yapılan değer testini geçememiştir ve hafıza tasarrufu tedbiri çerçevesinde geride kalmıştır. Ya da o yazar ve metni zamanla denilen ama zaman kavramının hiç suçunun olmadığı tamamen popüler kültürün etkisiyle üzeri hayli tozlanmış biçimde ‘Geçmiştekiler’ rafına atılmıştır. Her ne kadar Melih Cevdet Anday gibi şiirden romana, öyküden tiyatro oyununa kadar edebiyatın eser vermediği dalı kalmayan ve çok sık anılan, okunan yazarı da olsanız bazen Araf’ta kalmak mümkün hem yaşam hem yayın dünyası denilen ilginç tahterevallide.
Bir kitaplığı düzenlemek
Yazıya 10 yıldan uzun zaman önceki bira anı ile başlayacaktım. Bir yayınevinin taşınma sürecinde hayırlı olsun ziyaretine gittim. Ve editör arkadaşların yerde ortalama bir insan boyuna yakın kitap yığına samanlık muamelesi yapıp iğne aradıklarını gördüm. O ana tanık olan herkesin ilk beklenen gibi ben de ‘Ne yapıyorsunuz’ diye sorduğumda başını yığından kaldırmayan ve hırıltıyla elini kitap yığınına daldırıp uğraşan arkadaşım, ‘Kitapları türlerine göre ayırıp raflara diziyoruz. Sadece öykü, şiir, roman, oyun değil. Postmodern metinler bir tarafa, başkarakterinin ismi olmayanlar bir tarafa, tarzıyla kendinden sonrakileri etkileyenler öbür tarafa…” diye uzun bir edebi lezzete göre ayırım listesi yapmaya başladı. Söylediği hem çok öznel bir tariften oluşuyordu; yani benim açımdan postmodern bir metin başkası için olmayabilirdi. Örneğin bana göre Orhan Kemal’in Murtaza kitabı roman değil novelladır. Çünkü Orhan Kemal romanının tipik özelliklerini taşımaz. Ama bir başkası için pekâlâ bu bir romandır. Böyle yüzlerce ayrım vardı. Hangisini hangi rafa koyacağın da tam bir kavga konusu haline gelebilirdi. Bir müddet eğlenceli bulduğum bu işe ben de görüşlerimle yardımcı oldum. Pek çoğu itiraz edilmeden raftaki yerini aldı. Nihayet yayınevi sahibi gelip ‘Ne yapıyorsunuz’ diye sorup benimle aynı yanıtı alınca, ‘Deli misiniz? Böyle bir ayrımla raf mı dizilir’ dedi. Aklı başında birinin gelip çok büyümeden söndürdüğü delilik tarihine geçen olaylardan biri olarak konu olması gerektiği gibi kitaplar yayınlandıkları yayınevlerine göre raflara konuldu. Ki benim evde de aynı düzen hakim.
Şimdi düşünüyorum da biz bu kitaplık işini gerçekten türlerine göre yapsaydık ve sıra Melih Cevdet Anday’ın İsa’nın Güncesi isimli romanına gelseydi, onu hangi rafa koyacaktık?
- Posmodern romanlar
- Bireyin yalnızlığı metinleri
- Kurgu üzerine metin inşası yapıtları
- Merkeziyetiz romanlar
- Milliyetsiz romanlar
- Zamana ait olmayan romanlar
Yani o gün kitap yığını içinden Allah esirgemiş İsa’nın Güncesi çıkmamış. Yoksa bu epeyce hararetli bir edebiyat tartışmasına yol açabilirdi. Hele ki konu İsa’nın Güncesi’nin nasıl olup da bu kadar güçlü bir metin olmasına rağmen Türk edebiyatında hak ettiği yeri yazılışının üzerinden 50 yılı aşkın zaman geçmesine karşın alamamasına geldiğinde durum çirkinleşebilirdi. İşte insan her zaman böyle şanslı olmayı diliyor. Ama nerde!
Zaman tüm anlayışı değiştiriyor
Melih Cevdet Anday, Türk edebiyatının her türde eser verebilme yeteneği, cesareti ve özgüveni ile azim aynı zamanda da iştahına sahip yazarlarındandır. Hem şiir hem öykü, roman, hikaye, oyun yazmak bu türler üstünde ayrı ayrı çalışmak ve başarılı olmak ise işin zirvesi. Fakat nasıl oluyor da İsa’nın Güncesi gibi güçlü bir metin edebiyat yazılarına, sohbetlerine sık sık gündem olmuyor şaşırtıcı. Aslında hiç de değil. Yukarıda haddimi aşarak ‘felsefe yaptığım’ gibi; zaman ve zamanın ruhu ki buna çok inanırım, edebiyat hakkında söyleyecek olursak okuru ve okuma zevklerini hiçbir zaman aynı değişmez çizgide tutmaz. Mutlaka belli aralıklarla popülerlik fırtınaları çıkar, zevkler, beğeniler, alışkanlıklar tornado veya tsunami ezip geçmiş gibi darmadağın olur. Bunu yaşamayan ülke yok. Ne var ki edebiyatının köklerine tutunmuş ve kendini var eden nitelikli metinler ve yazarlarına sarılmış dünya edebiyatında İngiliz, Fransız, Alman ve Latin Amerika’da bu savrulmanın, değişmenin daha az olduğu görülüyor. Onlarda okurlar önce edebiyatının sıra dağı anlamını taşıyan metinleri okur sonra güncel olanlara şans verirler. Yani temel sağlam atılır. Bizde ise okurun nitelikli metini bulması için elinde altın dedektörü gibi imgelem ve alt metin dedektörünün olup üstelik sahaflara dalması gerekir yeni baskılar zor bulunduğundan.
Türkiye’de geçen hikaye Türkiye’de geçmiyor
Melih Cevdet Anday’ın İsa’nın Güncesi, Türk edebiyatında Türkçe yazılmış bir metin olsa da roman boyunca hikayenin Türkiye’de geçtiği, karakterin Türk olduğuna dair bir emare yoktur. Çünkü İsa’nın yaşamının aslında tüm insanlığın yaşamı olduğunu anlatmak için yazan Melih Cevdet Anday, istese İstanbul ögeleri ile süsleyebileceği, bol bol Türkiye eleştirisi koyabileceği romanından tüm bu özellikleri sıyırıp atar. Kafka’nın Dönüşüm’ü Prag’a aittir, Dostoyevski’nin Suç ve Ceza’sı St. Petersburg’a, Hugo’nun Notre Dame’in Kamburu Paris’te geçer Yaşar Kemal’in İnce Memed’i Çukurova’da Pamuk’un Kara Kitap’ı İstanbul’da. Bu metinler yazıldıkları şehirlerden güç alarak okurun karşısına çıkıyor fakat Melih Cevdet’in Gaz Sobaları Ortaklığı’nda muhasebe bölümünde çalışırken İthal Ambarları ve Uluslararası Elektronik Birliği’ne geçen daha doğrusu iş değiştirtilen kahramanı ve romanın anlatıcısı ki metnin ortasında isminin İsa olduğunu öğreneceğiz, dünyanın herhangi bir ülkesinin, herhangi bir şehrinde yaşayan biridir. Anday’ın romanını Türkiye’de geçirmemesi neden bu kadar önemli? Çünkü romanda yaşanan tüm olaylar ve karakterlerin verdiği tüm tepkiler sırasında okur ister istemez ‘Türkiye’de olaylar böyle gelişmez ve böyle tepkiler verilmez’ duygusunu yaşayacak. Zaten amaç da tam olarak bu! Ve size geniş bir özet yapmadan amacın neden tam olarak bu olduğunu söylemek zor olacak.
Roman başkarakter olduğunu anladığımız anlatıcı ile başlıyor. Bir süre önce İthal Ambarları ve Uluslararası Elektronik Birliği’nde işe başladığını ilan eden baş kahraman, yağmurlu bir havada masa, çelik kasa ve palto askısı ile baş başa olduğunu dile getiriyor. Sayfalar ilerledikçe kahramanımızın bir gizemin ortasında kaldığını ve distopik bir dünyaya sıkıştığını anlıyoruz. Bu yönüyle roman bize George Orwell’in bugün hepimizin içinde yaşandığını düşündüğü 1984 romanını andırıyor. Bu edebiyatın kaçınılmaz sonucudur. Romanlar birbirinin içinden çıkar ta Cervantes’in Don Quijote’unun da diğer şövalyelerin kahramanlık romanlarından çıktığı günden beridir. Ama metin 1984 gibi ilerlemiyor ki zaten özgün metinlerin izleklerinin aynı olması izlek tanımını aşar intihale girer. Başkarakter izlendiği, takip edildiği ve biraz da zorla tutulduğu anlaşılan İthal Ambarları ve Uluslararası Elektronik Birliği’ndeki işine kaygısız, kendi halinde ve kayıtsı şekilde Gaz Sobaları Ortaklığı’nda çalışırken nasıl başladığını anlatıyor. Daha önce iş arkadaşı ve amiri olan kişi ona hayli de buyurgan biçimde yeni işine başlaması gerektiğini söylüyor. Karakterimiz bunu neden yapması gerektiğini fazla sorgulamadan daha çok kazanç elde edebileceği fikrine tutularak aslında tam da tutunmayarak, tam anlamıyla kendini ve hayatını başkalarının ellerine terk etmiş biri gibi (bu durum da bize hiç yabancı değil) işinden ayrılıyor. Yeni işine başlıyor. Aslında tam olarak hangi işe ve hangi göreve getirildiğini kendi de bilmiyor. Ve ilk günler bunu çok da önemsemiyor. Çünkü karakterimizin hastalık hastası bir kadınla evli olduğunu her akşam işten çıkınca önce dikimevi işleten sevgilisine gidip seviştiklerini, ardından hayatında yine fazlaca söz sahibi olan, gizemli kayınbiraderinin evine uğradığını orada onunla ve baldızıyla vakit geçirdiğini ki ilerde baldızıyla da yattığını öğreneceğiz, ardından da kendisine düşük yoğunluklu bir cehennem gibi gelen evliliğini yürütmek ve hem ölümü takıntı haline getiren hem de ısrarla kendisi kısır olduğu halde bebek isteyen karısıyla sevişmek için evine gittiğini öğreniyoruz. Zaten karısı bir başka erkeği sevip onunla seviştiği ve bekaretini bu ilişkide kaybettiği için onu böyle kabul edeceğini düşündüğünden evleniyor. Hem kadın bu kadar çabuk evlilik teklifi beklemiyor ama başkarakter kadının bunu istediğini sanıp teklif edince, evlilik adlı hayatı birbirine zehir etme faaliyetine girişiyorlar.
Hayatının ipleri başkasının elinde olan İsa
Melih Cevdet Anday’ın kurgusundaki henüz ismini bilmediğimiz pek severek ve keyif alarak yapmadığı işinden ayrılan, sadece seks üzerine kurulu ama arada şehvetin de olmadığı bir yasak ilişki yaşayan, benliğinin iplerini eline verdiği bir yakın arkadaş kayınbiraderi olan ve evliliği mutsuzluk üzerine kurulu bir yaşamı olan karakterle karşılaşıyoruz. Hangi ortalama insanın yaşamı henüz isminin İsa olduğunu bilmediğimiz karakterden farklı ki zaten! Roman ilerledikçe yeni işine başlayan anlatıcının bir dizi tuhaflıkla karşılaştığını görüyoruz. Odasına önce bir çelik kasa getiriliyor. Ve kendisi henüz ne iş yaptığını bilmiyor. Ardından kasada bazı kağıtlar görüyor. Sonra gezmeye çıkıyor. Dönüşünde ise bu kağıtlar hakkında kiminle konuştuğuna dair çalıştığı yerde emniyet ve istihbarat örgütlerini aratmayan profesyonellikte bir sorguya çekiliyor. Ardından durumu kayınbiraderine anlatmak için evlerine gidiyor ve burada kot 2’inci katta oturan kayınbiraderinin evinin kazılarak ev sahibi tarafından zemine doğru yeni bir daire çalışmasının başlatıldığını görüyor. Bu arada kayınbiraderi onu kapıda bir suaygırı maskesi ile karşılıyor. Bacaklarını sergilemekten geri durmayan ilerleyen bölümlerde karakterimizle yattığında ise orgazm ya da taklidi esnasında tuhaf sesler çıkartmayı da alışkanlık edinen kayınbiraderinin eşi de aynı maskeyi takıyor. Anday bu bölümde romana yön verecek çeşitli imgelerin altını çizerken karakterimiz evine gidiyor. Burada karısının çocuk sahibi olmamasının üzüntüsünü yaşamasın diye vaktiyle bir kadından cinsel hastalık kaptığı öne süren ve bu nedenle karısı tarafından sevilmeyen, aşağılanan ama çocuk yapmak için de cinsel nesne olarak kullanılan yaşamındaki rolünü ifa ediyor karakterimiz. İlerleyen sayfalarda eşinin ona yazdığı sitem ve suçlama dolu mektupla birlikte karakterin isminin İsa olduğunu öğreniyoruz. Fakat İsa ne Türkiye’de ne İstanbul’daki bir İsa. Dünyanın herhangi bir yerindeki herhangi bir İsa o. Bunu romanın ilerleyen bölümlerinde İsa’ya yönelik yeni iş yerinin ne yaptığı belli olmayan servisinin adamları tarafından baskı artıyor. İsa sevgilisi, kayınbiraderi ve kendi eşi ekseninde kuşatılıyor. Birçok defa sorgudan geçiriliyor. Bilmediği bir gizemden sınava tutuluyor. Her anı kontrol altına alınmaya başlanıyor. Gittiği meyhane değiştiriliyor. Yenisine başladığında aslında müşteri olan herkesin kendisini izlediğini ve not ettiğini fark ediyor. Melih Cevdet Anday’ın İsa’sı Jim Carrey’in başrolünde oynadığı 1998 yapımı baş rolün her anının kayıt altında ve büyük bir TV şovundan yani kurgudan başkası olmayan Truman Show’a benziyor. Fakat tek farkla. Truman, hayatının yalan olduğunu öğrendiğinde bu sanal gerçeklikten çıkmak için elinden geleni yaparken İsa ise üstüne üstüne gelen 1984’ün toplum polislerinden daha gaddar olan İthal Ambarları ve Uluslararası Elektronik Birliği’nin çalışanları yani ast üst ilişkisi içindeki gizli ekibi ile kovalamaca oynuyor.
Kurgunun götürdüğü metin
Metinlerle haşır neşir olanlar tevazuyu bir kenara bırakırsak işi kurgu-metin yaratmak olan yazarlar, bir metnin nasıl yazıldığını anlayabilecek donanıma sahiptirler. Bazı romanlar kâğıda dökülmeden zihinde yazılır. Marquez’in Yüzyıllık Yalnızlık’ı gibi. Bazıları yazarın aklına gelen imgelemin kalemi onu nereye götürürse yazdığı metinlerden oluşur. Jhon Fowles’in Büyücü’sü gibi. Bazıları özel olarak tasarlanır her bölümü ayrıca hesaplanır. Tolstoy’un Savaş ve Barış’ı gibi. Bazı metinler ise yazarın aklına gelen imgeleme dayandığı ve kurgunun karakterleri yarattığı metinlerdir. Aslında karakterler kurgunun yaratılmasında başat rol oynar fakat bu metinlerde kurgu karakteri alıp istediği yere götürür. İsa’nın Güncesi, Melih Cevdet Anday’ın modern yaşamda tüm insanların ortak hikayesine dokunabilme gücü ve iddiası nedeniyle kurgunun metni taşıdığı romanlar arasında bulunuyor. Bu nedenle İsa’nın Güncesi, daha incelmiş ve daha farklı lezzetler arayan edebi zevklere hitap edecek niteliğe sahip. Çünkü okur genelde belli bir giriş, gelişme, sonuç bölümünün okumak için zaman ve para harcadığı metinde olmasını ister. İsa’nın Güncesi metin inşası ve metin iklimi ile ‘Ey okur ben post modern romana yeni bir tarz getiriyorum. Türk edebiyatında yeni bir pencere açıyorum’ diye seslenen bir metin yerine bunu ancak duyabilecek kadar hassas kulaklara fısıldamak gibi bir duruşa sahip metin. Bu da Melih Cevdet Anday’ın İsa’nın Güncesi metnini Yusuf Atılgan’ın Anayurt Oteli, Oğuz Atay’ın Korkuyu Beklerken, Dostoyevski’nin Yeraltından Notlar’ı ile aynı rafa koymayı gerektirirken bu metinlerin de ilgi olarak gerisinde tutuyor. Bunu Melih Cevdet istemiş diyemem. Her yazar metninin önde olmasını arzu ettiği için oluşturur. Fakat zaman var ya zamanın ruhu ile okuma alışkanlıkları ve beğeniler değiştikçe hiçbir ülke edebiyatı yoktur ki büyük romanlarının bazıları spot ışıklarının az gerisinde kalmasın ve bu yoğun ışıma nedeniyle kendi adını okumak zorlaşmasın. İsa’nın Güncesi sadece okurların değil yazmak isteyenlerin de kurgu karakter yaratımı, metin iklimi konularında birkaç kez okuyup, notlar çıkarıp; ders alması gereken yapıtlardan.
“Mikropsuz yaşayamadığımız gibi kuruntusuz da yaşayamayız; en iyisi buna katlanmaktır. İşte bu yüzden ürkerim ben rahatlıkta, mutluluktan. İnsan mutlu olmayı hak etmiştir diye düşünürüm. Ne yaptık da bunun karşılığında mutluluğu istiyoruz? Kralların, zenginlerin, kahramanların mutluluğa alışık olduğunu düşünmek bana korku verir. Çünkü yaşamı, mutluluk ile bir arada sayabilmek güçtür. Mutluluğun yeri yoktur. Biz her zaman hayvanlara benzemeliyiz, onlar gibi üşümeli, açlık korkusu içinde bunalmalı ve açlıkla seks arasında budalaca salınıp durmalıyız. En önemlisi hep korkmalıyız, felakete düşmediğimiz sürece korkumuzu elden geldiğince yatıştırıp sessiz sessiz gömülmeliyiz.”
Hazır TÜYAP Kitap Fuarı varken, İsa’nın Güncesi için Everest Yayınları standına uğrayabilirsiniz diye düşünüyorum. İtiraf edeyim; İsa’nın Güncesi’ni yıllar önce satın aldım ama son 10 yılda hayatımı zorlaştıran, çekilmez kılan, dağıtan alçaklıklar, utanmazlıklar, hastalıklar nedeniyle yani insanları fazla ciddiye almaktan ötürü dönüp ‘Ben hangi kitaba haksızlık ediyorum’ diye ancak sorabildim. Ne diyelim bazı insanların ve metinlerin kaderi böyle: Ne yaparsan yap değişmiyor! Hem bu sayede romanı okuduktan sonra bu yazıyı bir kez daha okursunuz. Kim bilir okuyunca da ne düşünüyorsunuz yazabilirsiniz. Benim için değil İsa’ya daha fazla ayıp olmasın diye!
edebiyathaber.net (4 Kasım 2024)