Otkas! Meyerhold’un kullandığı bir terimdir bu. Bir hareket yasası. Ileri doğru bir hareket yapmak için önce onun tam tersi yönde, geriye doğru, bir hareket yapmanız gerekir. Mesela vurmak için elinizi önce ters yönde hareket ettirmek zorundasınızdır. Her ileri doğru hareket için önce geri doğru hareket etmeniz gerekir. Basit ve müthiş!
Son dönemde Aydınlanma düşüncesini, alıştığımız eleştirel yerden değil, bambaşka bir yerden okuyan ve olumlayan kitaplar basılıyor arka arkaya. Otkas! Alıştığımız bir düşünme biçimi çatlıyor, hayatı karşılamamaya başlıyor ve biz yeni bir hareket, bir atılım için geriye doğru hareket aşamasını tamamlamaya çalışıyoruz. Bu geriye doğru hareket bir “geri çekiliş” ya da bir tür “gericileşme” gibi okunmamalı tabii. En azından “bizim cephe”de öyle değil… Kısa bir zaman sonra yapılacak, hatta belki çoktan başlamış, bir atılım için güç toplamak, düşünceyi buna hazırlamak gibi düşünülmeli daha çok.
“Alıştığımız” Aydınlanma okuması eleştirel bir yerdendi şimdiye dek. Onun insan aklını kutsayan ve dünyadan koparıp onun karşısına koyan, evrensel ve tarih üstü kategoriler öneren, temel varoluş problemini etik düzeyine indirgeyen, insanla toplum/doğa arasındaki ilişkiyi sadece çatışma olarak gören yaklaşımını eleştirdik uzunca bir süre, biraz da indirgeyerek. Şimdi ise yeni bir eğilim var: Aydınlanmanın aydınlık yönlerine bir daha bakmak… Onda parlayan ve bugünü aydınlatan ve hatta bugünkü krizi aşmamıza yardım edebilecek olan nedir? Tıpkı Aydınlama çağının dönüp Antik Yunan’a baktığı gibi biz de şimdi dönüp Aydınlanma’ya bakıyoruz.
Sel Yayınları’ndan çıkan Gothe ve Çağı bu yola döşenen taşlardan. Başka birçok örnek sayılabilir ama bu yazının konusu bu kitap.
Marksist felsefe ve estetik teorisinin en büyük isimlerinden Georg Lukacs ve Aydınlanma düşüncesinin en görkemli isimlerinden Goethe… Bu iki isim bir kitapta birleşince, karşısında titremekten kendini alamıyor doğrusu insan. Ve yine aynı nedenle “okunmazsa olmaz” kategorisine giriyor kitap. Düşünün ki, Lukacs, Faust’u ve onun içinde Mephisto’yu, Gretchen’i, Helene’i, öykünün kökenlerini, diğer yazımlarıyla ve orijinal öyküyle farklarını ayrı ayrı incelemiş, Schiller- Goethe yazışmalarını değerlendirmiş, dönemin trajedi anlayışını, Antik Yunan’a bakışını, biçim tartışmalarını, Fırtına ve Atılım’ı, romantizmi ele almış, Hölderlin’e ve Schiller’in modern edebiyat teorisine ayrı ayrı birer bölüm ayrımış… İnsan “aman tanrım!” diye kitaba sarılıyor hemen!
Alman Aydınlanması’nın özgül koşullarını serimleyerek başlıyor Lukacs kitaba. Fransa ve İngiltere’ye göre gecikmiş ve tam da bu gecikme nedeniyle düşünsel olarak ileri çıkmış bir dönem Almanya’da Aydınlanma. Fransız Devrimi’nin coşkun heyecanı dağılmaya ve burjuva devriminin vaat ettiklerini doğası gereği karşılayamayacağı az çok ortaya çıkmaya başlamışken, Alman sanatçıları ve düşünürleri Aydınlama’yla eleştirel bir noktadan ilişki kurma şansına sahip olmuşlar.“(…) burjuva düşüncesinin son ilerici dönemlerinden biri, son entelektüel devrimlerinden biri Almanya’da Goethe çağında gelişmiş[tir]. Keza bu gelişimin, en gelişmiş felsefe yöntemi olan Marks ve Engels’in diyalektik materyalizminin keşfiyle taçlandırılmış olması da tesadüf değildir.”
Goethe bu dönemi boylu boyunca yaşamış bir yazar. Gençlik döneminde burjuva hümanist ideallerinin hazırlayıcılarından ve bu ideallerdeki çatlamaları en can yakan biçimde hissetmiş, anlatmış yazarlardan.
Dönemin Alman yazarlarının hemen hepsi burjuva devriminin vaat ettiklerinin, tam da doğası gereği, asla karşılayamayacağı vaatler olduğunun az çok farkındadır. Burjuva devriminin en büyük çelişkisi, kendi yarattığı ihtiyaçları karşılayamayacak oluşudur. Bireyin özgün ve özgür gelişimini, yurttaş olarak eşitliği vaat etmiştir ve tam da her şeyi dolaşımdaki değeri ile ölçen temel değer yasası ve işbölümüyle bu gelişimin önündeki en büyük engeldir. Ve ama bir yandan da üretici güçlerde müthiş bir gelişim yaratmış ve insanlığın önüne onu ileri fırlatacak arzular koymuştur. Marks’ın tarifiyle: “Modern burjuva toplumu, böylesine devasa üretim ve mübadele araçlarını bir araya getirebilmiş olan bu toplum, tılsımlarla çağırdığı yeraltı güçlerini artık kontrol edemeyen bir büyücüye benziyor.”
Goethe ve döneminin yazarlarında sürekli işleyen ve belki tarihsel anlamda kaçınılmaz olarak “çözemedikleri” temel çelişki budur. Burjuva devriminin nedeni ve sonucu olan “ideal” arzusu ile insanlığı tam da bu arzunun gerçekleşmesi olasılığından alıkoyan “gerçek”liği. Lukacs, ağırlıkla Goethe ve Schiller olmak üzere, dönemin diğer yazarlarında -Hölderlin, Lessing, Corneille, Racine ve Aydınlanma’nın müziği dediği Mozart’ta- bu çelişkinin işaretlerini takip ediyor. Ve bunu büyük bir saygı ve hayranlıkla yapıyor. “Üretici güçlerin gelişminin vazgeçilmez temeli olan kapitalist işbölümü gelişmiş kişiliğin maddi zeminini oluştururken, aynı zamanda insan varlığını boyunduruk altına alır ve onun kişiliğini cansız uzmanlaşmaya böler. Genç Goethe’nin bu ilişkilere dair ekonomik kavrayıştan yoksun olduğu açıktır. Dolayısıyla bu gelişimin gerçek diyalektiğini insan kaderleri üzerinden temsil etmesini sağlayan şiirsel dehasına çok daha fazla değer vermemiz gerekir.” Öyle ki, Lukacs Goethe ve Schiller’i Hegel’in hazırlayıcıları olarak selamlıyor ve bu çelişkiyi en açık biçimde işleyen ve çağını aşan bir insanlık denemesine girişen Faust‘u, Hegel’in Tinin Görüngübilimi‘ne göndermeyle, “şiirsel tinin görüngübilimi” diye adlandırıyor. Bu açıdan düşünülünce benzerlik gerçekten çarpıcı!
Goethe’nin neredeyse hayatı boyunca yazdığı ve birçok başka açıdan olduğu gibi bir yazarın düşünce gelişiminin açıkça takip edilebilir halde orada durduğu bir yapıt olarak da “eşi benzeri olmayan bir eser”dir Faust. Kapitalizmin ve burjuva düşüncesinin ileri ve tarihsel olarak kaçınılmaz yönlerini ve kendi kendini yok edecek olan temel çelişkilerini apaçık sezmiş ve çağdaşlarından farklı olarak bir kaçışa sığınmamış, kelimenin gerçek anlamıyla hayatının sonuna kadar bununla uğraşmıştır. Ve büyüleyici olan şudur ki, onda düşünce/teori kendine pratiğin içinde yer arar. O da en az Schiller kadar biçim üzerine kafa yorar ama onun yaptığı gibi biçimleri “bir bilinç türü” olarak tanımlama hatasına düşmez. Lukacs çok etkileyici bir biçimde gösteriyor ki, Hegel nasıl tarihsel kategorileri genel felsefi kategorilere dönüştürürse, Schiller de aynı şekilde edebi biçimleri “bilinç biçimleri”ne dönüştürür. Üstelik Hegel’de “nesnel idealizm”e varan düşünce, onda “öznel idealizm”in ilerisine geçemez. Diyebiliriz ki Schiller’e ayrılmış uzun ve etkileyici bölüm boyunca Lukacs, Marks’ın Hegel’e yaptığını yapmaya çalışır Schiller’e: onu ayakları üzerine çevirmeye çalışır. Ve bunu onun değerini her aşamada teslim ederek yapar. Onun hakkında vardığı sonuçsa şudur: “İdealist, çelişkili yine de derin.”
Goethe içinse “sanatsal biçimler her zaman insan özünün ve insan ilişkilerinin en genel ve en soyut sentezlerinden başka bir şey değildir.” Bu nedenle 18. yüzyıl ile 19. yüzyıl arasında estetik bir köprü kuran Faust, epik biçimle dramatik biçimin diyalektik birliğini kullanır. “Aydınlanma’nın tamamına erdirilmesi ve aşılması için Scott, Bryon, Balzac ve Stendhal’e uzanan köprüyü inşa eder.” Balzac tarafından modern romanın ayırt edici özelliği olarak tarif edilen “dramatik öge”nin bu anlamda atası Goethe’dir. O, bir köprüdür ama kendi kendini havaya uçuran bir köprü. Ölümü Heine’in deyişiyle “sanatsal dönemin sonudur.” Nasıl Faust’ta başka bir dünya düşü asla öte dünyaya ertelenmemiş ve kendisinden sonraki tarihi döneme bırakılacak bir miras olarak inşa edilmeye çalışılmışsa, edebi biçim konusunda da aynı inşayı hedeflemiştir Goethe.
Şunu belirtmeden geçemeyeceğim, Marshall Berman’ın Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor‘daki Faust okumasıyla Lukacs’ın Faust okumasının çok kısa aralıkla çevrilmiş ve yayınlanmış olması hem yazarlar ve konuyla ilgilenenler için hem de kendini “otkas” aşamasında hissedenler için bir şans. Yine Özgünlüğün Politikası‘nda işlenen Rousseau’nun cesur ama, tam da kapitalist işbölümünün neden olduğu uzmanlaşmayla paralel olarak, yalıtılmış ve tek başına sivrileştirilerek ele alınmış insanlık durumlarının, Faust‘ta nasıl çok daha büyük bir cesaret ve genişlikle işlendiğini Lukacs’ın yol göstericiliğiyle izlemek de harika bir düşünsel deneyim. Rousseau’nun burjuva devriminin gaz ve toz bulutunda el yordamıyla seçmeye çalıştığı ve çoğu zaman ellerini sınıfsal belirlenimleriyle kötürümleştirdiği meselelerde, Goethe çok daha cesur ve çok daha doğru yerlere temas ediyor. Faust’un son bölümü, Emile’in ya da Julie’nin ya da düş kuran yalnız gezen’in vazgeçmişliğine çıkmıyor. Faust son denemesini ilerletici unsur yani üretim ilişkileri alanında yapıyor. Hayal kırıklığına uğruyor, yıkımlara neden oluyor evet, (ki Lukacs, Goethe’deki trajedi algısını da işliyor dönemin tüm tartışmalarıyla birlikte) ama kendinden sonraki dünya için miras olarak neyi bırakacağını biliyor. Faust bir yandan son derece toplumsal girişimlerde bulunurken, bir yandan da son derece öznel arayışlarda konaklıyor. Ve Goethe müthiş bir dehayla bu ikisini biribirinden hiçbir aşamada ayırmıyor. Yani Rousseau’nun düştüğü hataya düşüp kapitalist uzmanlaşmayı sanatın nesnesi olan insan üzerinde işletmiyor. Faust’u her cepheden ve yetkinlike inceliyor ve ona gerçek bir yaşam veriyor. Tıpkı Schiller’in Haydutlar‘da yapmaya çalıştığı gibi ama onu kat kat aşan bir etkileyicilikle. Özellike Berman ve Lukacs’ın Faust’un son bölümünü yorumlayışlarını birlikte okumak, insanda tam bir “otkas!” etkisi yaratıyor.
Faust, geçmişe ait güçlerin ve henüz doğmamış olan güçlerin insanlığın geleceği için verdiği mücadele‘yi anlatır. Çözüm Rousseua’da olduğu gibi benlik deneyleri ya da meseleyi salt etik temelinde çözmeye çalışmak değildir. Evet, Goethe’nin bir ütopyası yoktur ve kapitalist sistem içinden bir çözüm öneremeyeceğini de bilir. O, tarihsel bakışıyla şunu görür: Kapitalist çağ hem yaşlı hem genç, hem başlangıç hem sondur. Geleceğe bırakılacak dünyanın gelişimini sağlayacak olan duraktır o. Tam bu nedenle Faust son perdede kapitalist atılımını yapmaya çalışırken ölülerin ruhları çoktan onun mezarını kazmaya başlamıştır. Faust’un gelecek hayaline eşlik eden ve onu açımlayan şey yıkımın acımasız ritmidir. Tıpkı Marks’ın dediği gibi: Kapitalizm kendi mezar kazıcılarını üretir. Goethe’nin o çağda Almanya’da göremeyeceği gerçek şudur ki, bu mezar kazıcılar ölülerin ruhları değil, taptaze bir yeni sınıftır. Goethe bunu sezer. Tüm “pleb” korkusuna rağmen Gretchen trajedisinde, kapitalizmin yetenek ve zeka bakımından kendilerini aşan ürünleri karşısındaki insani üstünlüklerini teslim ettiği, hayalini kurduğu insani uyumun cevherine sahip olduklarını düşündüğü bu sınıfı selamlar. Goethe insan kusursuzluğunun bu biçimini, yani insan yetilerinin gelişimin en üst aşamasını, “egemen sınıflarda değil “pleb” saflarında, erkeklerden çok kadınlarda” bulur. Rousseau’da kadın hep ideal gelişimi engelleyen, onu yolundan saptıran ve bu yüzden erkeğe karşı sürekli kontrol altında tutulması gereken, erkeğin varoluşsal deney tüpüne eklenen en tehlikeli denge bozucuyken, Goethe’de ilerici unsurdur.
Aydınlanma’nın otkas noktası Antik Yunan’dı, bizimki ise Aydınlanma. Yayınevlerinin bize ileri atılmak için gerekli bu geri çekilişte yol gösterecek yayınlar basmaya devam etmelerini diliyorum.
Pelin Temur – edebiyathaber.net (18 Temmuz 2011)