Balinanın Ölümü gösterişsiz bir roman. Okyanusun ortasında bir adaya sıkışıp kalmış hayatlarını idame eden insanların yaşamı gibi.
Bir okur olarak okuduğum metinlerin anlattığı saf hikâyeyi takip etmeyi seviyorum. Gelişen ve büyüyen olayları, karakterlerin değişimini/dönüşümünü, mekânın hikâyeye sıkı sıkıya bir katman olarak işlenmesini, bir şeylerin olmasını, yaşanan şeylerin yol açtığı insani duyguların gösterilmesini, karakterlerin verdiği tepkilerin metin içerisinde parlamasını, dahası tüm bu bütünlük içerisinde metni kazmadan, “yazar aslında ne anlatmaya çalışıyor” diye kendimi sorgulamadan metne bakabilmeyi seviyorum. Bu duygumu okşayan kitapları yakaladığımda, aldığım hazzın yazar kıskançlığımın önüne geçmesi de farklı bir konu.1
Naçizane bir yazar olarak düşündüklerimi de tabii ki burada dillendireceğim ancak öncelikle ben bir okurum. Yazarlar önce okurdur. Bununla birlikte, yazarlıkları maalesef ki okurluk vasıflarını köreltir. Bir yazar, başka bir yazarın metnini okuduğunda hikâyeden kolaylıkla sapmaya, metne bir yazar gözüyle bakmaya meyillidir. Gerçek bu. Subjektif ve objektif olamazlar çoğunlukla. Hata ararlar. Bulurlar da. Ancak çoğu yazarın farkına varmadığı nokta şudur ki okur olmak dünyanın en kıymetli şeylerinden birisidir. Bunu hep göz önünde tutmaya çalışırım. Bir yazar olarak öncesinde bir okur olduğumu kendime sık sık hatırlatırım. Okur olmanın kıymetini bilmeye ve bahsettiğim sapmaya kaymamaya çalışırım.
Bu yazıda da Timaş Yayınları tarafından yayımlanan Elizabeth O’Connor’ın ilk romanı Balinanın Ölümü’nü hem okur hem de yazar gözüyle irdelemeye çalışacağım. Okurken büyük haz aldığım bu kitabın bu bakış açısını hak ettiğini düşünüyorum.
***
1938 yılının son aylarındayız. Britanya’nın adını bilmediğimiz bir adasındayız. Adada balıkçılıkla yaşamını sürdüren az sayıdaki insandan haberdar oluyoruz. Rahatsız edici seviyede okyanusun ve adanın her cisminin sesini duyuyoruz. Anlatıcı karakterimiz Manod, bize ufak ailesinden bahsediyor: Kız kardeşi, babası ve intihar ettiğini öğrendiğimiz annesi.
Günleri durağan gibi görünen ancak kendi içlerinde bir temposu olduğunu sezdiğimiz şekilde devam ediyor. Manod, sevimli olmaktan çok uzak bir karaktere sahip kız kardeşi Llinos’u yetiştirmeye çalışıyor. Bu ağır yükün yanında da babasına yardım ediyor. Adanın erkekleri avlanmaya çıkıyor, kadınlar da diğer tüm yorucu dünya işleriyle uğraşıyor. Anakaraya götürülene kadar balıkların ya da her ne tutulduysa onların satışa hazırlanması, gündelik yaşamın diğer hayati işleri (yemek, bulaşık, alışveriş vb.), çocukların yetiştirilmesi, yazın kışa, kışın yaza hazırlanılması. Manod oldukça zeki bir genç kız. İngilizceyi kendi başına öğreniyor, adada anakarada konuşulmayan Galce konuşuluyor. Anakarayla bağları yok denecek kadar az. Gazeteler haftalar öncesine ait. Günler ve yaşam tek düze. Manod kendini geliştirebilecek her şeyi yapmaya çalışıyor. Dikiş ve nakış işlerinde uzmanlaşmış. Yaşamı zorlaştıran kardeşine bakmayı becerebilecek kadar yetişkin. Annesinin ölümüyle içe dönen, yaşıtlarından farklı bir kişiliğe sahip bir karakter Llinos. Onunla geçinmek bir mucize adeta.
Bir sabah uyandıklarında bir balinanın ada sahillerinde olduğunu görüyorlar. Bu herkes için büyük bir olay. Hem adadakiler hem de anakaradakiler için. Adada yaşayanlar, bunun bir felaketin habercisi olduğunu düşünüyorlar. Balinayı denize döndürmeye çalışıyorlar. Başarıyorlar da. Ancak balina yeniden karaya vuruyor. Onu kabulleniyorlar. Ölümü sahipleniyorlar. Balina sahilde boylu boyuna yatıyor. Bir şeyler olacak, artık herkes biliyor.
Manod gördüğü her şeyi zihninde farklı bir merhalede işlemeyi becerebiliyor. Balinanın görünüşü, onun hayatlarına teması, yaşadığı acı zihninde bir anlam teşkil ediyor. Bununla beraber gündelik yaşamda pis koku yayan, çürümeye başlayan ve hayatı zorlaştıran bir gerçeklik. Çocuklar onun etrafında oyun oynuyor. Üzerine çıkıyorlar, ölümün etrafında rahatlıkla dolaşıyorlar. Bir film sahnesi gibi.
Haber anakaraya ulaşıyor. Bir balina bir adada intihar etmiş. Büyük bir olay. Bir süre sonra iki kişi adaya geliyor. Bir kadın ve erkek. Araştırmacı olduklarını söylüyorlar. Adadaki yaşamı, onların geleneklerini ve geçmişle olan bağlarını kitaplaştırma niyetleri var. Ancak sorun şu ki adada konuşulan dili anlamıyorlar. Manod İngilizcesiyle gelen iki araştırmacıyı etkiliyor. Araştırmacılar için Manod bulunmaz bir nimet. Hemen iş teklif ediyorlar. Manod onlarla beraber çalışmaya başlıyor.
Edward ve Joan’la Manod’un kurduğu ilişki kitabın seyrini değiştiren olayların yaşanmasına sebep oluyor. Joan, bir kadın olarak anakarada yaşayan kadınların hayatını Manod’a gösteren bir örnek. Edward da Manod’un aklını ve gönlünü çelebilecek nahiflikte. Manod bu ikiliden çok etkileniyor. Joan’a ve onun yaşamına imreniyor. Edward’ın vaatlerine, başka bir geleceği olabilir imalarına kanıyor. Kafası karışıyor. Hayaller kuruyor. Güzel zamanlar geçiriyorlar beraberce. Manod iki araştırmacıya evilerini, adalarını, yaşamlarını, işlerini, kısacası dünyalarını anlatıyor. Kendi yaptığı el işi nakışları gösteriyor, Joan bunları incelemek için alıyor. İkili gördüklerini ya da görmek istediklerini kaydediyorlar.
Gün geliyor, adadan ayrılıyorlar. Manod’u ait olduğu adaya adeta terk ediyorlar. Hikâye bu, gerçek bu.
Başından sonuna küçük pasajlar ve yerel söylencelerle desteklenen anlatı olabildiğine duru. Balinanın Ölümü gösterişsiz bir roman. Okyanusun ortasında bir adaya sıkışıp kalmış hayatlarını idame eden insanların yaşamı gibi. Bu hali onu etkileyici kılan en önemli özelliği. Kalp kırıcı hikâyesiyle sizi üzen ve düşündüren.
***
O’Connor, Balinanın Ölümü’nde bize iki şey sunuyor. Birini anlatıyor, diğerini ise gösteriyor.
Anlattığı şey yukarıda özetlemeye çalıştığım ve bir okur gözüyle insani taraflarına yakalandığınız gayet hüzünlü bir hikâye. Bu haliyle bile okur gözüyle sizi doyuracak bir etki bırakmaya mahir bir anlatı.
Kitabı bitirip de üzerine düşünmeye başladığımda yazarın hikâye içerisinde bize gösterdiği ve günden güne çürüyen, kitaba da adını veren balinanın oraya boşuna yerleştirilmediğini anlıyorsunuz. Balinanın somut ve soyut karşılıklarının metnin derin okumasına etkisini fark edince metnin anlattığı gösterdiğiyle tamamlanıyor.
Kitapta kıyıya vuran ve ölen balinanın kıymetli yağı, etleri ve derisi ana karadan gelen ekiplerce günler süren çalışmalar sonrasında ayıklanıyor ve yaklaşan savaş için götürülüyor. Geriye sadece devasa boyutlardaki kemikleri kalıyor. Kemiklerin nasıl anakaraya götürüleceğine dair önerilere anakaradan gelen insanlar gülerek yanıt veriyor: “Onlar sizde kalabilir.”
Kitabın bu sahnesi tüm hikâyenin temelinde yatan hikâyeyle de örtüşmekte. Ana karadan gelen iki araştırmacı, işlerine yarayacak her şeyi alıp götürmekte hatta Manod’un elişlerini de çalmakta bir beis görmezler. Kaldıkları süre boyunca ada halkını adeta sömürürler. Onların geçmişlerini kendi çıkarları için kullanırlar. Gündelik yaşamlarını işgal ederler. Herkes onlara iyi niyetle yardım eder. Anlamasalar bile kendilerine değer veren bu iki saygın ve eğitimli kişiye kendi hayatlarını riske atacak seviyede yardım ederler.
Ancak hikâyenin sonunda ellerinde kalan sadece terk edilmişlik olur. Adada yaşayanların ana karadakiler için bir ehemmiyeti yoktur. Savaş için lazım olan insan gücüdür onlar. İhtiyaç olduklarında etlerinden faydalandıkları canlılardır. Okyanusta karaya vurmuş bir balina gibi. Kemikleri kalıncaya kadar sömürmekte bir hata yoktur.
Bu iki katman hikâye boyunca birbirine harmanlanıyor. Balinanın Ölümü’nü bitirip de düşünmeye başladığımda aklımda kalan hikâye ve sonrasında fark ettiklerim bir bütünün parçaları gibi apaydınlık önümde duruyordu. Hem okur olarak hem de yazar olarak iyi bir metin okuduğumu duyumsadım. Harcadığım maddi ve manevi zamanı ziyadesiyle doyuran bir edebi haz yaşadığımı, yazarı Elizabeth O’Connor’ı kurgusu vesilesiyle kıskandığımı söylemeden edemeyeceğim.
Bu uzun yazı vesilesiyle de buraya kadar okuyan edebiyat severlere iyi niyetle Balinanın Ölümü’nü öneririm. İyi okumalar diliyorum.
edebiyathaber.net (19 Kasım 2024)