Öykü: Buğu | M. Gül Uluğtekin

Kasım 23, 2024

Öykü: Buğu | M. Gül Uluğtekin

Lale gözlerini açtığında muhteşem rüyasından geriye kalan, rahatlatıcı bir histi yalnızca. Tanıdık bir şefkatle sarılıp sarmalanmış duyumsuyordu kendini. Bir süre direndikten sonra  rüyanın hikâyesini hatırlama çabasından vazgeçti. Uzayarak giden pencereye buz mavisi  gözlerini ağır ağır çevirdi, camın bir parçasında yeniden belirmiş buğunun üzerindeki birkaç  harfi tanıdı. Karla ilgili, akşamdan kalma bir dizeyi uyandırdı zihninde.  

Kış nasıl da erken başladı bu yıl, diye geçirdi içinden. Daha yılbaşı gelmeden kaç kere kar  yağdı. Kar sabitledi doğayı. Mavi beyaz ormanların sihirli havasını soluduğunu sandı bir an  ve heyecanla aldığı derin nefes, rüyasındaki duyguya özdeş belli belirsiz anıları diriltti. Dört  buçuk beş yaşlarındayken mecburi öğle uykusuna dalamadığında öğretmenin anlatmayı  bitirdiği masalı düşlemeye devam edişlerini. Bir keresinde başını demir ranzanın  parmaklıklarından aşağıya sarkıtan iri kara gözlü bir çocukla karşılaşmıştı bakışları. Çocuk  ona hayranlıkla bakıyor, öğretmene duyurmamaya çalışarak bir şey söylüyordu. Lale başını  hafifçe kaldırınca onun “karlar kraliçesi” diye fısıldadığını duymuştu… İçine yayılan  sıcaklıkla birlikte yüzünün hatları yumuşadı, burnundan derin bir nefes aldı. Kar tanelerinin  zarif valsini bu sırada fark etti. Yattığı yerden izledi keyif içinde. Kar taneleri… Onun gibi.  Doğuştan asi fakat toprakta yitmeden önce havada ağır ağır süzülmeye yazgılı. 

Kar taneleri akşamki planı anımsatınca tamamen uyandığını anladı. Özel bir bale  topluluğunun sergileyeceği Fındıkkıran için arkadaşlarını davet etmişlerdi haftalar  öncesinden. Güzel bir gece olacak. Mutlaka. Üstelik Orhan’la birlikteliklerinin yıl dönümü.  Erkenden uyanıp işe gitmiştir yine. Bazen rengi gitgide kararıyor gibi geliyor ama olmaz tabii  öyle şey. Saçları beyazlıyor adamın. Yılları devirdikçe teniyle saçları arasındaki tezat belirginleşiyor. Ufacık, çukura kaçmış, parlak gri gözleri var. Burnu kerkenez. Bir de yüksek  lisans tezinden yazdığı kitabı var, hemen anımsanmayan tuhaf bir adı olan… Orhan’ın  kendine has mağrur hoşgörüsü, kitabı bunca yıldır okumamış olmasının utancını bir parça  hafifletiyor. Kaç kere yeltendi, olmadı. Bu epey özel kitap hakkında Orhan’ın bir iki  eleştirmen arkadaşından gelen övgüler var neyse ki. Hem tekrar tekrar söyleyip durmuyor mu,  sıradan okurlar için değil, etik ve estetik ilişkisi konusunda uzman akademisyenler için  yazdığını? Yaşı elliyi aştı. Yıllar geçtikçe törpülenip silikleşen insanlardan değil o. Yüz  hatları hâlâ oldukça keskin ve belirgin; şöminenin üzerinde duran siyah beyaz fotoğrafındaki kadar, belki daha fazla yırtıcı. 

Kendindeki değişim ise gözle görülen türden değil pek. Duyguları yoğunluğunu yitirdi belki.  Umursamazlık değil, somut ağırlığa inat bir hafifleme. İyi de kötü de kalıcı bir etki  bırakmadan buharlaşıyor, alıp verdiği soluklarla havaya karışıyor sanki. Bir zamanlar balerinlerin ahenkli devinimine hayran kalırdı söz gelimi… Dans eden bir vücutla  özdeşleşerek varlığı bilinmeyen ufacık kaslara sonuna kadar hâkim olma hissi, saatlerce  sürecek bir haz kaynağıydı. Oysa dün gece izlediği kusursuz gösteri kaydından etkilenmesinin  tek nedeni, baş balerinin Selin’i andırması. Mimiklerini ustaca kullanarak takındığı anlam  dolu ifadelerin tıpatıp aynı olması… Pes doğrusu! Selin’in aldığı kilonun miktarını nasıl da  şahin keskinliğiyle hesaplayıvermişti Orhan. Ne demişti tam olarak? Seni son gördüğümden  bu yana… Seni son görüşümden beri… Son görüşmemizden beri… Üç kilo kadar almışsın.  Ne kadar ince bir saptama! Arada bir gittikleri barda tesadüfen karşılaşınca Selin onlarla pek  kısa oturmuş, neredeyse hep Lale’ye bakarak konuşmuş, arkadaşları merak edeceği için izin  isteyip kalkmıştı. Zarif vücuduyla hareket ettiğinde, Lale, Orhan’ın acele etmeden ama  ayrıntılar üzerinde pek de zaman harcamadan onu tepeden tırnağa süzmesini izlemişti. Selin’i  değil, bedeninin su gibi akışını. Ufak bir performans karşısındaymış gibi. Selin’in saçtığı  ışıktan kendi bakışlarını görmeyecek olmasının pervasızlığı ile. Lale ufalarak yok olurken. 

Bedeniyle ilgili espri yapma, işi şakaya vurma, hatta belki duygularını açma ve bu konuyu  sonsuza kadar kapama çabası hep boşa çıkmıştı. Son denemesinde, yaptırdığı enjeksiyon yüzünden kaşlarını çatamasa da sözünü yine kesmişti Orhan. “Gerçek sevginin bununla ilgisi  yok, Lale. Ben seni olduğun gibi seviyorum. Benim gözümde genelgeçer yargıların hiçbir  değeri yoktur.” Nazik ama mesafeli konuşmuş; Lale, uygunsuz zamanda haber vermeden  gelen uzak bir tanıdık gibi kapıda kalmıştı. 

Şimdi Saniye abla odanın kapısına hızla vuruyor. O sıcacık rüyadan bir anda nerelere gelmişti  düşünceleri böyle… Hem de yıl dönümünde. “Uyanmadın mı daha kuzum?” diye sesleniyor  da. Yataktan çıkma, yüz yıkama, giyinme, kahvaltı etme; itaatsiz bedenin giderek  ağırlaştırdığı yaşamın bildik, sonu gelmez, zaman alıcı küçük işleri… Sıcaklığını korumayı  arzuladıkça eriyor karlar kraliçesi rüyasından sızan his. Küçük bir çalışma odasında, bilgisayarın başında ilerleyecek bugün de saatler. Kar yağışı dursa da idari izinliler evden  çalışacak. Belki akşamki gösteriden sonra yıl dönümlerinin şerefine ufak bir kutlama yapar,  yeni yıla hazırlanan ışıltılı mekânlardan birinde otururlar. Hediyesini evde verecek yine de.  Gösterişten hoşlanmaz Orhan. Seçtiği gömleği beğenmesini istiyor Lale. 

Saat altıya gelirken siyah şifon elbisesini giyiyor, Saniye ablanın soğuk tonlu duru tenine pek  yakıştırdığı için özellikle ısrar ettiği. İnci kolyesini de hem ev işlerine hem Lale’ye yardımcı ablası özenle takıyor. Orhan’ın uzaktan akrabası. Onlarla yaşamaya başladığı ilk günlerde bir  iki kez kendini tutamayıp “Güzel gözlerin yeter senin.” deyivermişti. Ara ara görürdü kadının  yüzünde aynı ifadeyi. Öyle anlarda öfkelenir, bazen bir iş buyururdu ablasına. Bu akşam  bambaşka. Gözlerinin içi gülerek “Çok güzelsin Lale.” diyor abla. Rüya gibi çok derin bir  güzellik hissettiği. Buzlar Kraliçesi, hayır, Fındıkkıran… Temsil başlamadan önce hem Nazlı  hem Şule, ayrı ayrı söylediler bu akşam başka bir güzellik olduğunu Lale’de. İkisine de  güvenir, kendisiyle konuşurken sesleri kibarlıktan tizleşip parçalanmaz onların. Yıl dönümü  şerefine diyerek göz kırptı Lale, Şule kaşlarını çattı hafifçe. Sonra davetli oldukları masalın  büyüsüne kaptırdılar kendilerini.  

Gösteri sona erdiğinde hep yaptıkları gibi henüz alkışlar sürerken arkadaşlarıyla kısaca  vedalaşıp kalabalıktan önce çıkışa yöneldiler Orhan’la. Dışarıda oturmayı teklif etmedi  Orhan, Lale de bir şey demedi. Eve gelince salondaki rahat koltuğa kendini bırakmasına her  zamanki yeterli ve kesin tutuşuyla Orhan destek oldu. Lale’nin yaldızlı armağan paketi  şöminenin önündeki koltukta hazır. Nazikçe teşekkür etti Orhan, sonra açacak yine. Lale  üzerinde durmadı, şimdi ne zamandır yaşamadığı bir canlılık içindeydi, Clara’ya hayat veren sanatçıyı olağanüstü bulmuştu. Orhan da nasıl olduysa beğenmişti gösteriyi, sözlerine hiç  itiraz etmemesinden belliydi.  

“Clara…” diye söze girmesiyle Lale’nin yüreği hızla çarpmaya başladı. Bundan hemen önce  veya hemen sonra, hafifçe genizden gelen o bildik tını dalga dalga yayılmıştı: “Hem yetenekli  hem albenili…”. Lale geçen defa, tınının söylediklerini tamamen ve sonuna kadar dinlemek  için kendine söz vermişti. “Eski Orhan olsa…”. Cümlenin tamamı ulaşmıyor kulağına.  “Anında tutulurdum…”. Ne kadar çabalasa da duyamıyor gerisini. Yalnız parça parça bir soru  dönüyor zihninin kıvrımlarında: Yumuşacık ses dalgaları/ ağır ağır yayılarak/ havanın içinde  yutulurken/ nasıl oluyor da/ bilenmiş/ keskin/ gözler/ giderek daha parlak/ ışıyor?  

İşte buna bir anlam vermeye çalışırken buzdan demire yapışmış ten uzunluğunda sürmüştü,  yakıyordu, geçecekti zaman… 

Ve bu akşam, karnındaki boşluğa saplanmış, öncesiz sancıdan geriye kalan; tortudan başka bir  şey değil. Orhan’ın gözlerine bakmaya zorladı kendini. Baktıkça zihnindeki bir imge, sisin  arasından sıyrılıp netleşti ağır ağır. Sınırları belirginleştikçe küçüldü, küçüldükçe somutlandı.  Fındıkkıran’ın ufacık mahluklarından birinin boyutuna iniverdi saniyeler içinde. Minicik elleri ve iri kulaklarıyla “onun gibilerin de gösteriye gelebilmesi”ni kendi başarısı olarak patronuna muştulayan organizasyoncu kostümü giymiş bir şeye… Temsilden hemen önce  gördükleri o zavallıcık, topluluğun sponsorlarıyla telefonda konuşurken nasıl da dil döküyor,  eğilip bükülüyordu… Hıçkırık gibi ufak ama sert bir kahkahaya engel olamıyor Lale. Onun  bu kahkahasıyla soytarı sahneden çekiliyor. Yerini pusun içinde beliren küçük mahlukların  kralına bırakıyor. Esas gösteri başladı başlayacak. Kral parlak, küçük, gri gözlere sahip. Burnu iyi koku alıyor. Hep bir adım önde. Sadık izleyicisini selamladıktan sonra küçük  vücudunu dalgalandırmaya başlıyor. “Güzel kadınlara düşkünlüğüm…” Bıyıkları dansın  ahengine mükemmel uyum sağlamış ve tizleşip pesleşen notalara göre kusursuzca titreşiyor.  “Seni tanıdıktan sonra…” Yıllardır kapalı gişe. Yine kendinden emin. “Hakiki sevginin  değeri…” Son haftalarda sık sık olduğu gibi sesi tarazlansa da tiradını tamamlıyor. Lale’ye  bakıyor.  

Lale derin bir nefes aldı. Zamanı gelince an meselesi yeni bir soluğun tüm havayı tazelemesi. Gözlerini kaçırmadı, boynunu bükmedi. Gülümsemeye çalışarak yeni bir konu açmadı. Ne  bağırmaya başladı ne de elindeki kitapçığı fırlattı… O hiçbirini yapmadıkça kaynağı belirsiz  olduğu kadar yoğun bir tuhaflık, sadelikle döşenmiş salona kat kat siniyordu. Havanın bu hiç  tanımadığı bozguncu ağırlığı tedirgin etmeye başladı Orhan’ı. Yoğun ve yabancı bir  maddenin bedenine nüfuz ettiğini sanıyor, paniğe kapılmamak için direniyor, tüm varlığıyla  olmakta olana anlam vermeye çabalıyordu. Bir yandan nem yüklü ağırlığın altında ezilmemek  için derin derin nefes almaya zorluyordu kendini. Böyle çırpınırken Lale’de daha önce hiç  fark etmediği, hiçbir zaman görmediği bir ifadeyi yakalar gibi oldu. Ağzının kenarında küçük  bir çarpıklık! Çirkin ve rahatsız edici bir yamukluk! Boğucu havanın kaynağı… Lale mi? Bir  anlık şaşkınlığın yerini müthiş bir öfke alıverdi. Gurur duymakta sonuna kadar haklı olduğu gri bakışlı nesnelliğini yitirmek üzereydi. Kalan gücüyle “Bilet fiyatları son zamanlarda çok  arttı; izin verelim, bir dahakine dostlarımız bizi davet etsin.” diyebildi. Hiç olmadığı kadar  çatallı, tozluydu sesi. Havada dalgalanan bu dublaj cümlesinin İngilizcede nasıl söyleneceğini  düşünmek Lale’yi eğlendirmişti. Gülümsediğinin ayırdına varmadan bakmaya devam  ediyordu. Orhan tıknefes kalmıştı. Başı dönüyordu. Sendeleyerek salondan çıktı, kapıyı  zorlukla kapattı.  

Güzelim gülümseme Lale’nin bütün yüzüne yayıldı. Gözleri ışıl ışıl, yavaş yavaş uzandı; raftaki şiir kitaplarından en yakında duranı aldı.

edebiyathaber.net (23 Kasım 2024)

Yorum yapın