Küçücük arka pencereden buğday tarlalarına bakıyor. Akşam güneşi ile ışıklı bir cümbüşe girmiş başaklar salınıp duruyor ve şimdi onlara dokunamıyor olmak, belki hiçbir zaman dokunamayacak olmak dehşet verici bir karanlık gibi içini kaplıyor.
Ölgün, ıslak gözlerle bakmaya devam ederken, kavakların asfalta bıraktığı gölgeler, mezarlıktaki ölü kasabalılar, yamaçlarda tek tük, bir anıt gibi yükselmiş, her şeyin tanığı çam ağaçları kasabanın silinen son izleri olarak geride kalıyor.
Oturduğu metal sırada başını önüne eğiyor. Kendi içine dönüyor artık. “Ah anam, keşke zincir dolasaydın ayaklarıma, keşke kapıları üzerime kilitleseydin,” deyip ağlamaya başlıyor.
Jandarma arabası vadiyi yarım ay gibi kesen yolun genişleyen bölümünde duruyor birden. Mehmet yüzünü yasladığı kelepçeli ellerini indiriyor. Ayağa kalkıp arka küçük cama yanaşıyor yine. Pınarın sessizliği güçlendiren şırıltısını duyabiliyor. Su içip şakalaşan jandarmalara bakıyor imrenerek. Kaybettiği özgürlüğünü, doğanın güzelliklerini, kasabayı nasıl da geride bıraktığını düşününce göz yaşları hücum ediyor biz kez daha.
Ölmüş olabilir mi? Bunu istediği olmuştu ama şimdi cevabın hayır olması için dua ediyor: “Allah’ım, soğuk betonların arasında çürümek istemiyorum, ne olur yardım et.”
Araba yeniden hareket ediyor. Kısa bir yokuşu homurdanarak tırmanıyor önce. Ardından kaçar gibi hızlanıyor. İlk sorgusunun yapılacağı elli kilometre ötedeki karakola götürülüyor Mehmet.
Ateş ettikten sonra elindeki av tüfeğini fırlatmış, deli gibi koşmaya başlamıştı tarlalara doğru. Kalbi ölüm korkusuna kapılmış kuş gibi küt küt atıyor, görünmez olacağı yer arıyordu telaşla. Bir süre deli gibi koştuktan sonra kuytu bir bayırın önüne atmıştı kendini. Ne yapacağım, diye soruyordu. Dizlerinin üstüne çökmüş düşünüyor, seslere kulak kabartıyordu bir yandan. Bir güvercinin, bir kekliğin ürkek hali içinde boynunu sağa sola uzatıyordu arada.
Jandarma arabası yoluna devam ediyor kayıtsızca. Ön tarafta onbaşı rütbesindeki şoför yanı sıra, bir er, bir de üst çavuş oturuyor.
“Komutanım, ne kadar ceza alır bu?” diye soruyor onbaşı. Komutan uzaklardan gözünü ayırmadan, elini çenesine götürüyor:
“Yaşı on beş, adam ölmediyse fazla ceza yemez. Hafifletici sebepler var anlaşılan.”
“Buralarda canı sıkılan silaha sarılıyor komutanım.”
“Böyle görmüşler işte, gözünü yoldan ayırma sen.”
Azarı kabullenmek istemeyen onbaşı, arkadaşına komutanla her şeye rağmen konuşabildiğini göstermek istercesine “nasıl da yakaladık ama, kuş gibi sinip kalmıştı,” diyor direksiyona doğru eğilerek.
Komutan ciddiyetini bozmuyor. “Tarla sahibi söylemese, sabaha kadar arardık,” diyor. Ön taraftaki sessizlik yeniden başlıyor.
Mehmet arabanın içinde düşünmeye devam ediyor çaresizce: “Ne olacak bana?”
Ablasının evlerine geldiği o akşamı hatırlıyor. Ağlayan, yardım isteyen hali geliyor gözünün önüne.
“Kurban olayım baba, dayanamıyorum, geleyim artık bizim eve, ne olur?”
Babası her evlilikte olacak kavgalara yoruyor durumu. Boşanmak diye bir şey kabul edilebilir değil, buralarda olmaz, diye düşünüyor. Bir an için derinlere dalıyor ve kaşlarını çatıyor:
“Sabredeceksin kızım, düzelir zamanla, hem konu komşu ne der, senin yerin kocanın yanıdır,” diye kestirip atıyor.
Anası ise kararsız. Bir yandan kızının haline acıyor, bir yandan da el alemden utanıyor. Güzel kızını varlıklı bir aileye gelin verdiklerinde ne kadar sevinmişti oysa. Bildiği şeyler canını yakıyor şimdi. Biz de dayak yedik ama bu devirde bu kadarı fazla, diye geçiriyor içinden. Kocasına itiraz etse de etkili olamıyor.
Jandarma arabası keskin bir dönüş yapınca oturağın üzerinde kayıyor Mehmet. Yüzü kelepçeli ellerinden düşüyor. Ayağa kalkıp arka cama yöneliyor yine. Çam ağaçlarının üzerinde seğirten bulutları görüyor. Kuşlar görüyor çok yükseklerde. İmreniyor kanatlarına.
Sıraya oturunca göz yaşları hücum ediyor bir kez daha. Ama bunu daha fazla yakıştıramıyor kendine. Keskin bir öfke depreşiyor. “Ölürse ölsün alçak herif,” diye geçiriyor içinden. Kafası gelip gidiyor. Ablasının son görüntüsü aklından çıkmıyor hiç.
İki hafta önce telefonları çaldığında annesi açmıştı. Dediğine göre, “ana hakkınızı helal edin,” deyip kapatmıştı. Geri aradıklarında ise açmamıştı. Kocası iş için şehirdeydi. Mehmet babası ve annesiyle birlikte ablasının evine koştu. On beş dakika sonra vardıklarında ipin altında sallanıyordu ablası. Başı öne düşmüş, çoktan bağını kesmişe benziyordu bu dünyadan. Birkaç saniye süren sessizliği anasının ürpertici çığlıkları bozdu. Jandarmayı beklememiş, bir umut hemen ipten indirmişlerdi ablasını. O uğursuz ipe dokunduğundan beri bütün bedenine yayılan bir yangın başlamıştı sanki.
Mehmet cenazede ve sonrasındaki günlerde hiç konuşmadı. Bir kaç kez göz göze geldiği eniştesine nefretle bakmıştı. Sonraki günlerde ise içindeki öfke büyüyüp durdu.
Olay sabahı, üç yaşındaki yeğeni sebepsiz yere ağlamaya başlamıştı. Annemi istiyorum, deyip duruyordu. Anneannesi “gelecek yavrum, ağlama sen,” diye sakinleştirmeye çalışsa da başarılı olamadı. Mehmet evde olmayan babasına derin bir kızgınlık duyuyor, ne yapacağını bilemiyordu.
Öfke içinde ayağa kalkıp evin içinde dolaşmaya başladı. Duvarda asılı av tüfeğine de o sırada ilişti gözü.
“Geberteceğim bu herifi,” deyip, silaha atıldı birden.
Mehmet öfke ile ayağa kalktığında tüfekle karşılaşmasa, eniştesinin beyaz eşya dükkanına vardığında etraftakilerin ne yapacak diye bekleyen bakışlarını görmese ateş etmezdi belki. Ama olan olmuştu.
“Ablam senin yüzünden öldü alçak herif!” diye bağırıp çekmişti tetiği.
Jandarma karakolunda onu sorgulayan yüzbaşıya her şeyi olduğu gibi anlatıyor Mehmet. Yazıcı çavuşa bakıyor soran gözlerle. Onayladı mı onu yoksa kızdı mı? Komutanın yanında olanca ciddiyetini takınmış çavuşun gözlerinde bir cevap bulamıyor. Masanın başında oturan yüzbaşıya dönüyor yeniden:
“Öfkeme yenildim komutanım, pişmanım. Ablamı geri getiremem nasıl olsa!”
Yüzbaşı bir süre sessiz kaldıktan sonra, “biz bir şey diyemeyiz, adam öldürmeye yeltenmek kolay mı, hem ablanı daha önce o evden almanız doğru olurdu, neyse hakim karar verecek!” diye yanıtlıyor.
İki silahlı asker gelip odadan çıkarıyor Mehmet’i. Yüzbaşı ise ayrı bir odaya yöneliyor. O sırada içeri giren başka bir asker tekmil veriyor:
“Komutanım emrettiğiniz gibi sordum hastaneye. Adam ölmemiş, bacaklarına gitmiş saçmalar,” diyor.
Mehmet’i nezarethaneye götüren jandarma arabası güçlü ışıklarıyla ilerliyor. Mehmet arka pencereden gittikçe çoğalan karanlığa bakıyor.
edebiyathaber.net (28 Kasım 2024)