Aracın penceresini biraz aralıyorum. Güney batıya doğru ilerledikçe yoğunlaşan çamların enfes kokusu, bozkırın o tozlu havasının üzerine ciğerlerimi açıyor. Saatlerdir yoldayız, tutulmuş bacaklarımı rahatlatmak için ayaklarımı kıpırdatıp duruyorum. Bana şöyle bir bakan Vedat, gözlerini yine yola dikiyor.
‘’Az kaldı,’’ derken esniyor.
‘’Uykun gelmiş senin biraz da ben kullanayım.’’
‘’ Değiştiğimize değmez, en fazla bir saate oradayız, bir kahve versene.’’
Kolçağı kaldırıp alıyorum kahveyi, kapağını açıp hazırda bekleyen eline tutuşturuyorum. Su içer gibi dikiyor kafasına, birkaç nefeste bitiriyor. Boş kutuyu bana uzatıyor.
‘’Böyle muavin de bulamazdım.’’
Kutuyu alıp omzuna hafifçe vuruyorum. Biraz eğilip ayaklarımın dibindeki poşete koyuyorum. ‘’Onca ısrar bunun için değildi umarım.’’ Yalandan kaşlarını çatıyor.
‘’Tabi ki değil, unutulmaz bir deneyim olacak göreceksiniz.’’
Sesindeki coşku, yorgunluğun bastırdığı heyecanımı yeniden hissetmemi sağlıyor. ‘’Çok güzel fotoğraflar çekeceğim,’’ diyorum. Dışarıdaki eşsiz manzarayı seyrederken aklım aldığım şeylerde, atladığım hiç bir şey yok, hepsini de yorumlarda en iyisi denilen markalardan aldım.
Çam ağaçlarını geride bırakarak indiğimiz düzlükteki köyü biraz geçtikten sonra yavaşlıyor Vedat.
‘’ Şu benzinlikte duracağız.’’
‘’Araç burada mı kalacak,’’ diye soruyorum. Kaşlarını kaldırıyor.
‘’Yok, oraya daha var, market işini halledelim buradan.’’
Kapıdaki göze koyduğum çantayı alıyorum. Direksiyonu sağa kırıp pompanın önüne yanaşıyor. Durduğumuzu fark eden Gökhan, arka koltuktan doğruluyor.
‘’Geldik mi?’’ Sesi uykulu. Vedat camına yanaşan görevliye bakıyor.
‘’Bin liralık koy.’’
‘’Erzakları alacakmışız buradan, hadi benimle gel,’’ diyorum Gökhan’a. Araçtan inerken soruyor.
‘’Yola bu kadar erken çıkmamız şart mıydı?’’ Sesinde bir sitem. ‘’Bırak mızmızlanmayı yol boyu uyudun zaten, vakit kazanmak için çıktık o saatte, hepi topu dört gün tatil.’’ Vedat arkamızdan kornaya basınca dönüyoruz, sağdaki camı açmış.
‘’Çok ağır olmayan, kalorisi yüksek, çabuk bozulmayacak şeyler alın, kuru meyveler ve çerezi de unutmayın.’’
Markete girdiğimizde doğruca ekmek dolabına yöneliyor Gökhan.
‘’Sizin o ıvır zıvırlarınızla doymam ben.’’
Poşete altı ekmek koyuyor. Gözlerim büyüyor. ‘’Ne yapıyorsun, dokuz on kilometre arayla köyler, marketler varmış, taşımayalım boşuna, yine alırız.’’ Ekmeklerin ikisini gönülsüzce geri bırakıyor, yalvarır gibi bakıyor.
‘’Benimki bari iki olsun.’’
Gözüm pantolonunun kemerinden taşan göbeğine takılıyor. ‘’ Sen bilirsin.’’
Dışarıya çıktığımızda bir sigara yakıyorum. Çakmağı çantaya koyarken telefonum çalıyor, Pelin arıyor. Elimdeki poşeti Gökhan’a uzatıyorum. ‘’Sigaramı içeyim ben, siz yerleştirin bunları.’’ Poşeti alıp arabaya gidiyor. Israrla çalıyor telefon, ayaklı küllüğün yanına gidince açıyorum. ‘’Banyo göl oldu, nasıl tamir ettin bu makineyi,’’ diye çıkışıyor. Hay aksi, hortumu mu takmadım yoksa? Vedat’ın başı bu yana dönük, sesimi iyice kısıyorum. ‘’Gelince hallederim, sil oraları sen, sakın tamirci çağırma.’’ Bu gürültüler de ne, neredesin,’’ diye soruyor. ‘’Vedat yardıma çağırdı,’’ diyorum, ‘’çalışıyoruz bahçede.’’ Ne zaman geleceksin,’’ diyor. ‘’Çokmuş iş, birkaç gün sürer herhalde.’’ Sesi yükseliyor, ‘’Umarım başka işler açmazsın başına,’’ diye söyleniyor, telefonu yüzüme kapıyor. Derin bir nefes çekiyorum sigaradan, izmariti küllüğe basıyorum. Onların yanına gittiğimde işaret parmağıyla yeri gösteriyor Vedat, bakıyorum hiç bir şey yok. Gülüyor.
‘’ Yüzün düşmüş, Pelin mi yoksa?’’
‘’Boş ver,’’ diyorum. Onunla konuştuklarımı duymamıştır inşallah. Yeniden yola koyuluyoruz. Bir hortumu bağlayamıyorum daha, ne işim var dağ başında benim. Yirmi dakika kadar gittikten sonra döner kavşaktan karşı şeride geçiyoruz, birkaç yüz metre sonra da sağa saparak anayoldan ayrılıyoruz. Çukurlarla dolu bozuk asfaltın, ikinci virajdan sonra stabilize yola dönüşmesiyle sarsılarak ilerliyoruz. Üç virajı daha döndükten sonra yüz elli metre ileride, pas içinde kalmış hurda araçlarla dolu, kimi yerlerde tel örgüleri yere yatmış bir alan görüyoruz.
‘’İsmet’in dediği yeri buldum!’’ Vedat’ın sesinde bir sevinç.
‘’İş yerindeki İsmet mi o, hani şu dağcı olan?’’ Başını sallıyor. Gökhan arkadan omzumu tutuyor.
‘’Geçen yıl da Ağrı’ya çıkmış İsmet Abiler.’’
‘’Sen de ona özendin demek,’’ diyorum Vedat’a. Hemen atılıyor.
‘’İşler bildiğin gibi değil, gözünü açacaksın bu devirde.’’
‘’Neymiş bilmediklerim? Dikkat et köpek var!’’ Frenle karışık hafifçe kırıyor direksiyonu, önümüzden kıl payı geçiyor köpek. Uzun bir soluk veriyor, gözlerini kırpmadan yola bakıyor.
‘’Sınavdı, mülakattı hepsi hikâye. Bizim patron da dağcıymış meğer, İsmet’in de tırmandığını öğrenince hemen şube müdürü yaptı o ikiyüzlüyü. Benim ondan neyim eksik oğlum, diğer şubeyi kestirdim gözüme.’’
Bir vızıltı duyar gibi oluyorum. Panikle bağırıyor Gökhan.
‘’Arı girdi içeriye!’’
Camları sonuna kadar açıyor Vedat, içeride birkaç tur dönen arı, ön cama çarptıktan sonra benim camdan dışarıya savruluyor.
Bekçi kulübesiymiş gibi duran, camı çerçevesi kalmamış bir yıkıntının yanından dönüp hurdalığa giriyoruz. Hepsi de birer hayalete dönüşmüş kimi araçların içlerini örümcek ağları kaplamış. Ağır kazalı bazı araçların pörsüyüp sarkmış hava yastıkları ve tavanlarındaki kahverengiye dönmüş kan izleri içimi ürpertiyor. Zemine yayılmış ince çakılların üzeri halkalar halinde kapkara yağ ve pas lekeleriyle dolu. Sol taraftaki boşluğa yanaşıyor Vedat, arabayı kamyon kalıntısının dibine park ediyor.
‘’ Araç burada kalacak.’’
‘’Emin misin?’’
‘’Güvenliymiş burası.’’
Dudaklarımı aşağıya kıvırıp başımı hafifçe omzuma yatırıyorum. Ellerini birbirine vuruyor Gökhan.
‘’Bir kahvaltı yapalım öyleyse, çok acıktım ben.’’
Araçtan indiğimizde güneşin yakıcı sıcaklığı tepemizde, etrafta ağır yağ kokuları. Kamyonun gölgesine gazete sayfası serip kenarlarına birer taş koyuyoruz. Kahvaltılıkları sayfanın üzerine çıkardığımızda soframız hazır. İki matı sofranın kenarına karşılıklı açıyoruz. Birine Gökhan oturunca doluyor o mat, Vedat’la ikimiz diğerine geçiyoruz. Karnım doydukça yorgunluğum da geçiyor sanki. Kendimi, Pelin’in dırdırından ve sorumluluklardan uzakta doğayla baş başa olacağımı bilmenin rahatlığına bırakıyorum. Bu serüvene hiç bitmeyecekmiş gibi teslim olmanın, aklımı başımdan alan keyfi içindeyim. Vedat’la Gökhan’ın da yüzünde bir rahatlık, şakalaşıp gülüyorlar. Vedat, saate baktıktan sonra başını yukarıya dikiyor.
‘’Doyduysanız toparlanalım artık, gölge gittikçe daraldı, güneş birazdan kamyonun üzerinden açıklığa çıkacak.’’
Gökhan kalan yiyecekleri toplamaya davranınca ayaklanıyor.
‘’Hadi biz de çantaları indirelim,’’ diye el ediyor Vedat.
Kalkıyorum, bagajdaki sırt çantalarıyla diğer şeyleri çıkarıyoruz. ‘’Tamam mıyız,’’ diye soruyorum Vedat’a. Malzemeleri kontrol ediyor, önemli şeyleri büyük el çantasında topluyor.
‘’ Her şeyi öğrendim İsmet’ten rahat ol, ilaç kutusu, powerbank, uyku tulumları, fener, yiyecekler, su, hepsi tamam, ağır oldu ama bu çanta ben taşıyayım.’’
‘’Fark etmez, dönüşümlü taşırız.’’
Şortlarımızı çıkarıp pantolonları giyiyoruz. Ayakkabılarımızı değiştirirken benimkine aklı gitmiş gibi bakıyor.
‘’İyi de, yeni ayakkabıyla yürüyüş yapılmazmış ki.’’
‘’Ne alakası var,’’ diyorum, ‘’en iyisini aldım, kıskandım desene şuna.’’ Bir kahkaha atıyor, ayağa kalkan Gökhan’a bakıyor.
‘’O matları da çırpıp sar, annem yok burada arkanı toplayacak.’’
‘’Başlama yine,’’ deyip gülerek eğiliyor Gökhan, matları silkeleyip sardıktan sonra lastiklerini geçiriyor. Onları bağladığımız sırt çantalarını yüklenip şapkalarımızı takıyoruz. Fotoğraf makinemi boynuma geçirdiğimde kalbimin atışı hızlanıyor. ‘’Başlayalım öyleyse,’’ diyorum. Vedat aracı kilitliyor, elini, hurdalığın girişinin sol tarafından görülen sık ağaçlarla kaplı yamaca doğrultuyor.
‘’Oradan başlamış İsmetler de.’’
Gösterdiği yamaca doğru yürüyoruz. Çoğunu ilk kez gördüğüm bir sürü bitkinin, etraftaki manzaraların fotoğraflarını çekiyorum. İki saat kadar kırmızı beyaz işaretleri izleyerek küçük molalarla ilerliyoruz. İçtiğimiz sular, kevgirmişiz gibi anında akıyor bedenimizden. Kendimizi yaşlı ağaçlarla dolu bir ormanın içinde buluyoruz. Sol topuğumun üzerindeki acı iyice artınca biraz durmak istiyorum. Bir gölgede ayakkabıyı çıkarıyorum, su toplamış burası. Vedat eğilip ayağıma bakıyor, ağzını açtığında yükseltiyorum sesimi.
‘’Sakın söylemiştim deme!’’
Dudaklarını büzerek çantadan ilaç kutusunu çıkarıyor, yara bandıyla merhem tüpünü alıyor.
‘’Patlatmamız lazım onu, bu bant rahatlatır seni.’’
Yan taraftaki çalıdan bir diken koparıyor, kabartının üzerine batırıyor, içinden sapsarı bir su akıyor. Merhemi sürdükten sonra yapıştırıyor bandı. Ayakkabıyı giydiğimde canım önceki kadar yanmıyor. ‘’Küçükken sokaklarda hiç eksik olmazdı dizimizdeki yaralar,’’ diyorum, ne günlerdi diye gülüyoruz. Biraz da ben taşıyayım diye erzak çantasını alıyorum. Telefonu çalıyor Vedat’ın, annem diyerek açıyor. İkide bir her şey yolunda diyor ona.
‘’Gökhan da iyi merak etme, ben sürüklemedim, kendi istedi gelmeyi ne yapayım, tamam ararım,’’ deyip telefonu kapıyor.
Etrafımızdaki bitki örtüsü gittikçe sıklaşıyor, kimi yerlerde bacaklarımıza batan çalıların arasında güçlükle yürüyoruz. İyi ki pantolon giymişiz. Bazı ağaçların yüzeyde görünen kökleri yılan gibi kıvrım kıvrım. Her tarafta örümcek ağları. Çok büyük bir tanesinin yakından fotoğrafını çekiyorum, üzerinde içleri boşalmış kuru böcekkabukları sallanıyor. Örümcek ortalarda görünmüyor. Biraz daha ilerleyince sağ taraftaki kayanın üzerinde gördüğümüz kırmızı beyaz işaretin önünde, bir yemek molası veriyoruz. Tişörtümü çıkarıp kayanın güneş vuran tarafına seriyorum. Onlar da yapıyor aynı şeyi. Ton balığı konservelerini ekmek arasına koyup yiyoruz. Gölgede biraz uzanarak bacaklarımızı dinlendiriyoruz. Telefonda bloğumdaki son yazıma yapılan yorumları okuyorum, ağzım kulaklarımda. Gökhan’ın durduğu yerden sürekli hışırtılar geliyor, ne yapıyor diye ona bakıyorum. Bir dal parçası almış eline, bir şeyi dürtüyor ucuyla, elini hızlıca çekiyor sonra.
‘’Şunun büyüklüğüne bakın, hiç görmemiştim böylesini.’’
Güçlü bir vızıltıyla havalanınca biz de görüyoruz onu. Siyah, kalın kanatlı, parmak büyüklüğünde bir böcek. Arkasından dalı savuruyor Gökhan, fal taşı olmuş gözleri, yüzü kireç gibi bembeyaz. Böcek karşımızdaki kuru ağacın dalları arasından uçarak gözden kayboluyor. Bir sopa yapmak aklıma geliyor, hemen kalkıyorum, düzgün kuru dallardan birini yere doğru yatırıp kırıyorum. Çantamdaki bıçakla olabildiğince yontuyorum onu, budaklarını temizliyorum. Bana bakıyor ikisi de. ‘’Çalıları bununla aralarız yürürken,’’ diyorum, ‘’devam edelim hadi.’’ Tişörtleri serdiğimiz yerden alıp giyiyoruz. Erzak çantası yine Vedat’ta.
Çam ağaçları arasında, elimdeki baston benzeri sopayla otları, çalıları aralayarak önden gidiyorum. Kimi alanlarda, yabani hayvanların mı yoksa insanların mı kullandığını anlayamadığımız patika benzeri dar yollarla karşılaşıyoruz. Bu yollardan birinin yanında gördüğümüz birkaç taşın arasına sokulmuş metal boru ve altındaki yalak kupkuru. Etraftaki tahrip edilmiş tarihi kalıntıların üzerinde iri kertenkeleler yürüyor. Yere yatmış kırık sütunların, parçalanmış lahit kapaklarının, kenarlarına haşhaş kozaları dantel gibi işlenmiş taşların arasından geçerek, öncekilere göre daha düz bir patikada ilerliyoruz. Arada bir, sonradan kaymış gibi duran taş, toprak yığınları görüyoruz, sel ya da heyelan olmuş sanırım, devrilmiş ağaçlar var üzerlerinde. Adım atarken önümde beliren, neredeyse yirmi santim uzunluğundaki parlak kahverengi bir kırkayağı görünce tökezliyorum. Ayaklarımın arasından akar gibi geçip kenardaki taşın çatlağına giriyor. Terler Akdeniz’in suyu gibi gözlerimi yakıyor, cırcır böceklerinin sesi kafamda çınlıyor. Bir gölgede durup arkamı dönüyorum. Aramızda on metrelik bir mesafe var. Vedat başını yere eğmiş, sivri taşlara ve çam yapraklarına basmamaya çalışarak ilerliyor. Beyaz tişörtü terden üzerine yapışmış, göğsündeki kıllar belli oluyor. Altına sığındığım ağacın gövdesine doğru birkaç adım atıyorum, Gökhan onun beş metre kadar gerisinde. Çenesinin altına süzülen terleri sıyırıp elini yere doğru savuruyor. Diğer eli, çekiştirmekten esnemiş yakasına gidiyor, burun delikleri genişlemiş, zor nefes alır gibi bir hali var. Güneş etkisini kaybetmeye başladı, ara ara silik bulutlar belirdi gökyüzünde. Sırt çantamı yere bırakıyorum. ‘’Burada biraz dinlenelim,’’ diye sesleniyorum. Yerdeki kurumuş iğne yaprakları ve taşları ayağımla iterek olduğum yere çöküyorum. Çantadaki şişeyi çıkarıyorum, dibinde kalan neredeyse kaynamış birkaç yudum suyu başıma dikiyorum. Vedat yanıma geldiğinde çantaları benimkinin yanına koyuyor, elini dizime dayayarak karşıma oturuyor. Gökhan nefes nefese yanımıza ulaşıyor.
‘’Biraz su verin bana.’’
Boş şişeyi başımla işaret ediyorum. ‘’Bitti benimki.’’ İkimiz de Vedat’a bakıyoruz, ellerini iki yana açıyor. Kurumuş boğazını yutkunarak ıslatıyor Gökhan, çantasıyla birlikte ağır gövdesini bir çuval gibi yere bırakıyor, göbeği pelte gibi dalgalanıyor.
‘’ Ham bir vücutla yapılacak iş değilmiş, buzlu bir limonata için neler vermezdim.’’
Vedat’ın ona kaçamak bir bakış attığını görüyorum, yüzünde daha çok alay gibi duran garip bir gülüş beliriyor.
’Tek sorun hamlıktı,’’diyor. Ne yapıyorsun dercesine ayağımla dürtüyorum onu, susuyor.
Vedat’a, içinde ona karşı bir eksiklik duygusu varmış gibi bakıyor Gökhan, yüzü değişiyor, çehresi kararıyor.
‘’Suyumuz bitti ne yapacağız,’’ diye soruyorum Vedat’a, başını kaşıyor.
‘’ Dereler, çeşmeler var demişti İsmet.’’
Gördüğümüz boru aklıma geliyor, ‘’Bir damla su yoktu orada, dere de görmedik hiç.’’ Ellerini düşmana teslim olmuş gibi kaldırıyor.
‘’Tamam, panik yok.’’ Yüksek çıkıyor sesi.
Telefona sarılıyor, İsmet’i arayacak herhalde. Yüzü asılınca hemen kendiminkine davranıyorum, benim hat da çekmiyor. Gökhan’a dönüyoruz, onun da telefon elinde, kaşlarını kaldırıyor. Yerinden kalkıyor Vedat.
‘’Bir sonraki işarete ulaşmaya bakalım, orda su vardır belki.’’
Ayaklanıyoruz. İzlediğimiz patika, kimi yerlerde kıvrılarak dikleşip sonra yine düzleşiyor. Bir saat kadar yürüdüğümüzde rüzgâr başlıyor, katran ve sedir ağaçları çoğalıyor. Etraftaki kayaların rengi mavimsi bir griye döndü, irili ufaklı yosun öbekleriyle kaplı hepsi de. Bazılarının üzerinde, mağara ağzı gibi duran, kenarlarından isler sızmış boşluklar var. Epeydir engebesiz şekilde devam eden patika, yoğun çalıların arasında kayboluyor. Etrafa bakınıyorum, bir canlı ayağı basmış gibi duran hiçbir iz yok. Sağ taraftaki yatay tabakalar halinde uzanan taşlık alandan ilerlemek daha mantıklı.
‘’Düz patika bitti,’’ diyorum onlara, ‘’tırmanışa geçelim şuradan.’’ Susuzluktan çatlamış dudaklarımı yine yalıyorum, sızlıyorlar. Vedat arkamdan sesleniyor.
‘’Cem bir baksana, üst üste dizilmiş taşlar var burada, şu çantayı al hem, kolum koptu benim.’’
Sol tarafta, biraz aşağıdaki yarısı çürümüş kütüğün yanında görüyorum dediği taşları. Vedat’a doğru yürüyüp elindeki erzak çantasını alıyorum.
‘’İşaret onlar,’’ diye bağırıyor Gökhan. ‘’Bir şeyler yiyelim çok acıktım ben.’’
‘’Yeriz patlama,’’ diyorum ona. Bir an, insan eli değmiş bir şeylere rastlamanın güveni doğuyor içime, sonra hemen geçiyor bu his. Birileri burada oyun oynamayacağına göre kesin bir anlamı olmalı bunun, ama ne? Gözlerim etrafta kırmızı beyaz bir işaret arıyor, yok. Vedat’a bakıyorum.
‘’Kaybolduk biz, belki de o heyelan olmuş yerlerdeydi işaretler.’’
‘’ Daha neler,’’ diye çıkışıyor bana, İsmet’in, orada kaybolan kesin maldır dediğini söylüyor. Çenemi kapıyorum, onun bu doğa yürüyüşü fikrine lanet okuyarak ilerlemeye devam ediyorum. Kayalıkların dikleştiği yerlerde boğaz benzeri yarıklardan geçiyoruz. Sol tarafımızdaki ayakta duran insanlara benzeyen heybetli kayaların altlarında, daha önce gördüklerimizden çok daha küçük oyuklar var. Aldığım nefes yetmez oldu. ‘’Duralım artık,’’diyorum, gücüm tükendi iyice. Biraz soluklanıp bisküvi ve çerez atıştırdıktan sonra tekrar tırmanışa geçiyoruz. On, on beş dakika kadar ilerlediğimizde, taşlık alanın sağındaki ağaçların arasından, daha aşağılarda kalan tepeleri görüyorum. ‘’Uçurumun kıyısına gelmişiz,’’ diye sesleniyorum, ‘’dikkatli olun!’’ Rüzgâr şiddetini artırdıkça hava serinliyor, bulutlar çoğalıyor, ortalık toz duman. Bir ara durup çantalardaki polar montları sırtımıza geçiriyoruz. Batan güneşin kızıllığı, koyu gri bulutların arasından süzülüyor.
Etraftaki her kayayı, her ağaç gövdesini bir işaret görme umuduyla tarayarak ilerliyoruz. Rüzgârın savurduğu her şey sürekli gözlerime kaçıyor, kırpıştırıp duruyorum kirpiklerimi, bastığım yeri tam göremiyorum, üst üste birkaç defa sendeliyorum. Ağzıma dolan tozlar dişlerimin arasında gıcırdıyor, onları tükürüp dudaklarımı koluma siliyorum. Bir gümbürtünün ardından çakan şimşekle irkiliyorum. Kayalıklarda yankılanıyor ses, peş peşe gök gürültüsü ve şimşeklerin ardından bastıran yağmur, gökyüzü delinmiş gibi üzerimize iniyor. Yukarıya kaldırıyorum başımı, ağzıma çarpan suları yalayıp yutuyorum. Birden aklıma geliyor, fotoğraf makinemle, cebimdeki telefonu çıkarıp hemen sırt çantamdaki bir poşete koyuyorum. Arkamdan sevinçle su diye bağırdıklarını duyuyorum. Döndüğümde ikisi de ellerini açmışlar, avuçlarına dolan suları içiyorlar. Ortalığı toprak kokusu sarıyor. Şişeleri dolduralım diyerek onlara doğru birkaç adım atar atmaz ayağımın kaymasıyla kendimi sırt üstü yerde buluyorum. Elimden fırlayan erzak çantası, ıslak taşların üzerinden kayarak sağ taraftaki boşluğa doğru yuvarlanıyor. Ok gibi fırlıyor Vedat, yanımdan hızla geçerek oraya gidiyor.
‘’ Görünmüyor bile, ne yapacağız şimdi? ’’ Sesi fırtınadan zor duyuluyor. Tekrar bana yaklaşıyor, ona uzattığım elim havada kalıyor. Gökhan’ın bana diktiği gözlerinden alev çıkıyor.
‘’ Bütün yiyecekler o çantadaydı.’’
Ellerimi yere dayayarak güçlükle kalkıyorum, sol kalçamda bir acı. Aksayarak oraya gittiğimde ben de göremiyorum çantayı. Vedat söyleniyor.
‘’En önemli malzemeler ondaydı, beceriksiz herif.’’
‘’Ne dedin sen!’’ Ellerimi göğsüne dayıyorum, itiyorum onu. Aramıza giriyor Gökhan, bağırıyorum. ‘’Ayağım kaydı görmediniz mi!’’ Bakışlarını kaçırıyorlar benden. Üzerimizden süzülen sular paçalarımızdan akıyor. Dakikalar içinde sırılsıklam oluyoruz. Islandıkça içime işleyen soğuktan ürperiyorum. Başını ellerinin arasına alıyor Vedat, çocukken oyunlarda yenildiğinde yaptığı gibi, ayaklarını yere vura vura olduğu yerde dönmeye başlıyor.
‘’Kaybolduk, dağın başındayız, çanta gitti, yiyeceğimiz yok, her şeyimiz ıslandı.’’
Kollarından yakalıyorum onu, ‘’Kes artık şunu!’’ Başımız yeterince dertte zaten. Kurtuluyor ellerimden, boş gözlerle bana bakıyor. ‘’Şişeleri dolduralım önce,’’ diyorum, ‘’ortalık iyice kararmadan sığınacak bir yer bulmalıyız, anladın mı beni?’’
Çok yakınımızdan çığlık gibi bir ses geliyor, duyduğum şeyin ne olduğunu anlamaya çalışıyorum. Panikliyor onlar da, sesi içine kaçmış gibi soruyor Gökhan.
‘’Neydi o?’’
Aynı çığlığı yine işitiyoruz, ürküyorum bu sesten, tepemizden geldi sanki yukarıya bakıyoruz. Kanat açıklığı neredeyse bir metre olan büyük bir kuşun, yedi sekiz metre solumuzdaki çalıların arasına füze gibi daldığını görüyoruz. Hopluyor Vedat, gözleri yuvalarından fırlıyor, Gökhan’dan bir iç çekme sesi geliyor önce, ardından taşa vurularak öldürülmüş bir ahtapot gibi kendini salıyor, düştü düşecek. Vedat’a yaslıyor bedenini. Dalışından birkaç saniye sonra pençeleriyle tuttuğu bir şeyle havalanıyor alıcı kuş, uçuruma doğru süzülerek gözden kayboluyor. ‘’Tavşan mıydı o kaptığı,’’ diyorum, sesim titriyor. Gökhan’ı, kendine gel diye sarsıyor Vedat, bana bakıyor, büyümüş gözleri.
‘’Bırak onu da ne yöne gidelim?’’
‘’Bana mı soruyorsun, her şeyi öğrenmiştin ya İsmet’ten.’’ Devamını getirmemek için kendimi zor tutuyorum, hiç sırası değil şimdi. Geldiğimiz yönü işaret ediyorum,
‘’Biraz aşağıdaki kayaların orada oyuklar vardı.’’ Ağzını açıyor Vedat, bir şey diyecek sanıyorum, öyle duruyor. ‘’Ne,’’ diye soruyorum ona. Omuz silkiyor. Geriye dönüyoruz, yağmurun ağırlaştırdığı sırt çantası beni arkamdan itiyor sanki. İleride silueti görülen dağ, tüm heybetiyle kuzey ufkunu kaplıyor. Dar bir boğazın hemen yanındaki büyük ardıç ağacından sonra dikleşen inişte dizlerim titriyor. Sular ayaklarımızın altından dere gibi akıyor. Ormanın ürkütücü ıssızlığında beni saran pişmanlığa, karnımın gurultusu eşlik ediyor. Ne bok yemeye geldim buraya? Hızlıca sallıyorum başımı, beynimi kemiren şeyler silkelenip gitsin istiyorum. Yine yola odaklanmaya çalışıyorum, gözlerim ve tüm dikkatim artık güçlükle seçebildiğim çevremde. Fırtınanın sesi ormanda uğulduyor. Biraz daha aşağıya indiğimizde sağ tarafta seçiyorum o kayaları. ‘’Geldik,’’ diyorum onlara, ‘’karanlık çökmek üzere, acele edin hadi.’’
Ulaştığımız ilk oyuğa girebilmek için etrafta bulduğumuz birkaç taşı üst üste koyuyoruz. ‘’Sen bak,’’ diyor Vedat, sesinin tonu bir tuhaf. Taşlara çıkıp başımı içeriye uzatıyorum, yüzüme bulaşan örümcek ağlarını elimle sıyırıyorum, dışarıdan daha ılık burası, zindan gibi ama hiçbir şey göremiyorum. Burnuma kekremsi, iğrenç kokular geliyor. Oyuğun içine biraz eğilerek sokulup çantadaki telefonu el yordamıyla çıkarıyorum.
‘’Nasıl?’’
‘’Sabredin, bakacağım şimdi.’’
Işığını açtığımda beş altı metrekare bir alan olduğunu görüyorum. ‘’Gelin,’’ diye sesleniyorum, ‘’sığarız buraya.’’ Gökhan içeriye giriyor.
‘’ Abim gelmeyecekmiş.’’ Şaşırıyorum, girişe yönelip telefonu aşağıya, Vedat’ın yüzüne doğrultuyorum. Gözlerini kısıyor, tir tir titriyor.
‘’Klostrofobim var benim, giremem oraya.’’
‘’ Saçmalama! Dışarıda kalınacak hava değil.’’ Arkasındaki çalıların az ilerisinden homurtular ve koşuşturma sesleri geliyor, ışığı hemen o yöne tutuyorum. Vedat da çeviriyor başını. Neredeyse inek büyüklüğünde iki domuz ve arkalarından koşan daha küçük domuzlar. Korkuyla sövüyor Vedat, ellerini bana uzatıyor, tek elimle yakalıyorum onu, taşlara hızlıca çıkıp kendini içeriye atıyor. Mağaradaki kokuya ağır bir sidik kokusu ekleniyor. Panikle sırtındaki çantayı indiriyor, girişe kapatıyor, Gökhan’dakini sökercesine alıp onun üzerine yatırıyor, benimkine uzanıyor. Çıkarıyorum çantayı, yere bırakıyorum. ‘’Yeter,’’ diyorum, ‘’hava gelsin oradan da.’’ Üstte biraz açıklık kalıyor. Sendeliyor Gökhan.
‘’Bir şeyler yuvarlandı ayağımın altında.’’
Işığı aşağıya çeviriyorum, bir sürü kemik ve çatlaklar var yerde, ürküyorum. Her noktada gezdiriyorum telefonu, yüreğim ağzımda. Işık, mağaranın duvarlarında yol yapmış ıslak izlerin üzerinde parlıyor. Solumda kalan duvarın dibinde küller ve tam yanmamış dal parçaları. Bizden başkaları da sığınmış demek. Tavandaki küçük sarkıtlar kapkara, kenarlardaki bazılarının uçlarından sular damlıyor. Diğerlerine göre daha uzun bir sarkıtın arkasından peş peşe küçük yarasalar fırlıyor. Üzerimize uçuyorlar, telefon elimden düşüyor, mağara yine zindan. Başımı ellerimle kapayıp yere çöküyorum. Gökhan’ın çığlıkları mağarayı inletiyor. Yarasaların kanat çırpma sesleri saniyeler içinde kayboluyor. ‘’Dışarı çıktılar galiba,’’ diyor Vedat cılız bir sesle. Başımdan çektiğim ellerimle yeri yokluyorum, nerede bu telefon? Koyu kıvamlı kaygan bir şeye dokunuyor elim, içim kalkıyor, çaresiz pantolonuma siliyorum. Gökhan, sayıklar gibi aynı şeyi söyleyip duruyor.
‘’ Çok açım, ölüyorum açlıktan, ölüyorum.’’
‘’Dürüst olalım beyler, başımıza ne geldiyse yabancısı olduğumuz bir ortama paldır küldür daldığımızdan geldi.’’
‘’Dürüstlükten söz edene bak sen,’’ diyor Vedat.
Dirseğimle itiyorum onu. ‘’ İkiyüzlüsün sen, araçta kendin söyledin, patronun gözüne gireceksin diye bizi düşürdüğün hale bak.’’
‘’Çantayı sayende kaybettik,’’ deyince üzerine çullanıyorum. Gökhan aramıza giriyor, ‘’Bırak abimi,’’ diye beni yan tarafa itekliyor.
‘’Al işte,’’ diyorum ona, ‘’kendini kanıtlamaya çalıştığın adam sidiklinin teki.’’
‘’Niye söylemedin Pelin’e gerçeği, bahçedeymiş, sevsinler, neyi tamir edemedin yine,’’ diyor Vedat. Beni dinlemiş şerefsiz. Dişlerinin arasından tükürükler saçıyor konuşurken, ‘’Fotoğraf çekermiş, külahıma anlat sen onu, Pelin’den kaçmak için atladın sen teklifime, boşuna dırdır etmiyor kız, hiçbir şeyi doğru düzgün yaptığın yok.’’
‘’Sen çok iyi yapıyorsun her şeyi,’’ diye bağırıyorum, ‘’doğru dürüst çalışsaydın kazanırdın sınavları ama nerde, işin gücün yan yollar, doğada yürüdü diye müdür olacakmış, geri zekâlı. Sıçayım senin terfiine!’’ Vedat’ın gıkı çıkmıyor şimdi. Gökhan, ‘’Kesin artık,’’ diyor, ‘’açlıktan ölüyorum ben.’’ Sesi bitkin gerçekten de. Dışarıdan fırtınayla birlikte ne olduğunu anlayamadığım sesler geliyor. Güçlükle konuşuyor Vedat, ‘’Kurda kuşa yem olacağız burada.’’ Titrediğini hissediyorum. ‘’Çantamı uzat bana,’’ diyorum, ‘’o taraftaydı, başımızı koyarız matın üstüne.’’ Matı yere seriyorum, çantanın içindekileri yokluyorum, elimi attığım her şey ıslak. ‘’Çok üşümüyorum,’’ diyor Vedat, ‘’kuru bir şey arama boşuna.’’ Mata koyuyor başını. Yanımdaki boşluğa bırakıyorum çantayı, gücüm kalmadı uzanıyorum. Beni boğan her şeyden biraz olsun uzaklaşırım derken, şimdi hayatın ta kendisinden uzaklaşma korkusuyla titreyen içimi dizginlemeye çalışıyorum.
Çan sesi gibi bir şeyler geliyor kulağıma, gözlerimi aralıyorum, çantaların üzerinden giren gün ışığını görüyorum, dinmiş fırtına. Vedat’la Gökhan uyuyor. ‘’Kalkın,’’ diyorum, ‘’çan sesleri var dışarıda.’’ Sarsıyorum Vedat’ı. Yattığım yerden doğrulup kenardaki boşluktan geçerek mağaranın girişindeki çantaları çekiyorum. ‘’Ne oluyor,’’ diyor Vedat. Dışarıya bakıyorum, domuzların geçtiği yerin elli metre kadar sağından bir keçi sürüsü yaklaşıyor. ‘’Çoban da var arkalarında,’’ diye bağırıyorum. Yanıma geliyor Vedat, Gökhan’a sesleniyor, ‘’Kurtulduk, uyan!’’ Birbirimize sarılıyoruz Vedat’la, o sırada ezan sesi duyuluyor. Şaşırıyorum, yüzümü bir ateş basıyor, köy varmış dibimizde, Vedat’ın yüzü kızarıyor. Gökhan da uyanıyor seslere, gözlerini ovuşturuyor. ‘’Ölmemişiz,’’ diyor.
edebiyathaber.net (7 Aralık 2024)