Türk şiir evreni, tarihsel miras olarak kalan halk, tekke ve divan birikimi dışta tutulsa bile çoğu “analitik” çalışmada gösterildiği gibi oldukça zengindir.
Gerçekten; Yahya Kemal’den Nazım Hikmet’e, Ahmet Haşim’den Ahmet H. Tanpınar’a, Cemal Süreya’dan Sezai Karakoç’a, Cahit Külebi’den Fazıl H. Dağlarca’ya, Behçet Necatigil’den Gülten Akın’a, Attila İlhan’dan Hayati Baki’ye, Hilmi Yavuz’dan Hüseyin Ferhat’a, Ataol Behramoğlu’ndan Haydar Ergülen’e, Erdem Beyazıt’tan Mehmet Aycı’ya, Hasan Hüseyin’den Haydar Ünal’a hemen hepsi bir değer olan isimlerin yarattığı büyük bir şiir evrenimiz vardır.
Açık ve seçik olan şu ki, bu görkemli şiir evreni yirminci yüzyıl başında kurulan Yeni Türkiye ikliminde yaratılmıştır.
Bu birikimi betimleme çalışmaları, çoğu örnekte görülebileceği gibi -genellikle- tarihsel yöntemle yapılır: Beş Hececiler, Yedi Meşaleciler, Mavi Hareketi, Garipçiler, Birinci Yeniler, İkinci Yeniler, Toplumcu Gerçekçiler vb. gruplar ele alınır; oldukça zengin sayılabilecek bir “literatür” vardır.
Şiir konulu bu çalışmalarda kuşkusuz bu ve benzeri öbeklerde olmayan şairler de yer alır. Bunlar -genellikle- “bağımsız şairler” olarak tanımlanırlar.
Gerçekçi ve değerbilir bakış, grup şairleri kadar grup-dışı olanları da önemser. Örneğin, Mehmet Kaplan, Ahmet Oktay ve Yücel Kayıran’ın alana ilişkin oylumlu “kritikleri”nde bu bakış egemendir (İyi ki böyledir).
Aynı bakış “tekke psikolojisi”yle hazırlanan bazı istisnalar dışında- yayınlanan şiir seçkilerinde de görülebilir.
Yineleyelim; kimilerinin yok sayıcılığına karşın olgusal gerçek ortadadır: İçerdiği bütün farklılıklara karşın söz konusu birikim Türk şiir evreni olarak tanımlanabilir. Çünkü bu birikim Türk diliyle yaratılmıştır; farklılıkların olması hem doğaldır hem de ikincil önemdedir.
İlgilisi anımsayabilir: Cemal Süreya bir yazısında Türkçenin gücünü vurgular; “Türkçeden bir kıl koparacaksın, görürsün ki içinde dünyalar akar.” der.
Tekrarlamak pahasına belirtelim ki Türk şairleri (de), kuşkusuz yarattıkları büyük birikimi -son çözümlemede- Yeni Türkiye’yi kuran dinamiğe borçludurlar: Anadolu’da yüzlerce yıl konuşma dili olarak kalmış Türkçe yazı dili haline getirilmiş, bu da onun sanat dili olmasını sağlamıştır (Aynı süreçte, Türkçe felsefe ve bilim dili niteliği de kazanmıştır).
Bugün Türk şiiri- dünyada olduğu gibi- ulus-toplum gerçekliği zemininde varlığını sürdürüyor.
Ne yazık ki bu gerçeklik ortamında hâlâ tek istisna şair(imiz) vardır: Nazım Hikmet.
Kuşkusuz hiçbir namuslu (gerçekçi) yurttaş bu tekil örneğin değerini yadsımaz: Tam tersine, onu, dünya edebiyatına mal olmuş evrensel Türk şairi sayar, onur duyar.
Elbette Nâzım dışında da bazı şiirleri birkaç dile çevrilmiş değerli şairlerimiz vardır. Örneğin, Ataol Behramoğlu ile Özdemir İnce’nin sınırlı sayıda şiiri bazı ülkelerde okunabilmektedir. Ancak -verili koşullarda- evrenselleşebilmeleri ne yazık ki mümkün görünmemektedir.
Kimilerine uzun gelebilecek bu “giriş”i, sözü, henüz şiir tarihlerine ve seçkilerine girmemiş bir şaire getirmek için yaptığımı belirtmeliyim: Dursun Ayan!
Şair, bilebildiğim kadarıyla edebiyat dergilerinde yayımlayarak şiirlerini paylaşmış bir isim değil, tam tersine, verimini topluca sunmayı seçmiş bir yaratıcıdır.
Onun şiir toplamı, iki kitap halinde yayınlanmış bulunuyor: “Hendese-i Marjinal” ve “Sarının En Tutkunu (Ürün y., Ank. 2024)
Ben burada “Sarının en Tutkunu”nu başka bir yazıya bırakarak “Hendese-i Marjinal” üzerinde durmak istiyorum.
“Hendese”, bilindiği gibi geometrinin Arap dilindeki karşılığıdır. Şair, ilgi alanlarından biri bilim tarihi olduğu için sözcüğün eski karşılığını kullanmıştır (Yoksa kendisi, O Büyük Yalnız’ın “hendese” alanının kavramlarını Türkçeleştirerek geometri ders kitabı yazdığını da anımsayabilir).
Geometri, bilinir; matematiğinin çok özel bir bölümü olarak doğup gelişmiştir (Felsefe değildir, ama felsefesi yapılabilir).
Matematik ise sözcüğün tam anlamıyla “formel” bir bilimdir; geometri -doğal olarak- matematiğin ayırt edici özelliklerini taşır: Bu bilime “formel” denmesi, konularının doğa dünyasından şeyler ya da “zaman-mekân dünyası”nın olguları olmayışı nedeniyledir. “Formel”, burada gerçek olmayan, -duyularla kavranamayan- varlıktır. Örneğin, geometrinin incelediği şekiller, zaman-mekân dünyasında yoktur. Bunlar, aklın önsel (apriori) (deney öncesi) yargılarının ürünüdür. Bu nedenle yalnız düşüncede bulunurlar. Bu yüzden onları deney yöntemiyle, tümevarım (induction)la araştırma imkânı yoktur. Ancak kendileriyle ilgili olarak konmuş önsel yargılar (apaçık önermeler)in analiziyle, tümdengelim (deduction) yöntemiyle incelenebilir.
Matematiğe, dolayısıyla geometriye çoğunlukla mesafeli olan bir toplumda Şair Ayan’ın “Hendese-i Marjinal”le okurların karşısına çıkması kuşkusuz çok değerlidir; tartışmasız Türk şiir evrenine sunulmuş bir ilk eserdir (Şair İbrahim Eryiğit bakalım “Matematiğin Şiiri”ni ne zaman yayımlayacak).
Türk düşünce tarihinin ilk filozofu Farabi’nin Geometri felsefesine dair bir metniyle (epigrafla) açılan “Hendese-i Marjinal” -Ayan’ın kendi ifadesiyle- “uzun ve hatırı sayılır bilim tarihini “Hendese” adıyla çağrışımlar alanına davet etme”nin oldukça başarılı bir örneğidir.
Kendi adıma söyleyebilirim: “Hendese-i Marjinal”deki şiirleri okurken yalnız algı dünyamın genişlediğini “gülümseyerek” deneyimlemekle kalmadım, sözcüğün gerçek anlamıyla “estetik heyecan” da duydum.
Şair bu başarıyı, kuşkusuz hem “gündelik hayattaki” hem de “marjinal alanlarda”ki karşılaşmalarla gösteriyor.
Şimdiden bellidir: Dursun Ayan, “Hendese-i Marjinal”le kendi izlek, imge, ritim ve ses evrenini kurabilmiş bir şair olarak karşımızdadır. Şiirleri “marjinal” okurlarını beklemektedir (Şiir okuru, zaten her toplum da biraz “marjinal” değil midir?)
Sözün burasında, şairin sosyolog olduğunu da belirtelim.
Türk şiir evreninde, kuşkusuz yaratısıyla içimizi zenginleştiren, arıtan, iyileştiren ve güzelleştiren başka bilim insanları da vardır. Örneğin, sosyolojiden gelen şair İhsan Sezal ve Ahmet Çiğdem de şiir okuru için bilindik değerlerdir. Her iki şair de Türk şiir tarihinde -Dursun Ayan gibi- herhangi bir öbekte yer almamış, birbirinden farklı yaratıcılardır; elbette kendi izlek, imge, ritim ve ses evrenini gösteren eserleriyle bilinirler.
Söylemek bile fazla: Türk şiir evrenine aşina olan her dikkatli okur da bilir ki, orada -eskiden olduğu gibi bugün de- bilimin diğer alanlarından gelen başka şairler de vardır.
Belirtmesem olmaz: Bu satırların yazarı, Türk şiir “panteonu”nda yer alan bütün şairlere yalnız saygı duymakla kalmıyor; kendileriyle gurur da duyuyor. Dileği odur ki, “panteon”dakiler yeni gelenlere yer ayırsınlar, daha da çoğalsınlar.
Bunu nasıl dilemem: 1970’lerin o dağdağalı günlerinde, akşamları şiir okuduğum bir arkadaşımın umut dolu o sözü hâlâ belleğimdedir: “Giderek çoğalan ve çağıldayan Türk şiirinin varlığı ve okunurluğu bile ülkemizin geleceğine inanmak için yeterli sayılabilir.”
Meraklısına Notlar:
Kimilerine göre bu metin “destursuz bağa girmek” olarak görülebilir. Ancak tam da öyle olmadığını belirtmek isterim:
1, Sanırım 1970’li yılların sonlarında, Mehmet Arslan şiir üzerine -bazı yazarlarla beraber- bana da üç-beş “soruşturma sorusu” göndermişti. Verilen yanıtları “Kültürler Savaşı” adlı bir kitapta yayımlamıştı (Akabe y., Ank. 1979).
Verdiğim yanıtlarda; divan, tekke ve halk şiiri birikimini de Türk şiiri tanımının içine alıyor, bu alanlardaki bazı örneklerden hareketle “müşterek özellikleri” öne çıkarıyordum (Yıllar sonra Cemal Kurnaz’da aynı yaklaşımla bir kitap yayımlayacaktır).
2. 1990’lı yılların sonlarında yayınlanan günlüğümde, “Paylaşılmamış Zamanlar” (Vadi y., Ank. 1989) kitabımın bir yerinde şair Yücel Kayıran’ın şiirine dair bazı notlarım vardır.
3. Dahası, şair Nevzat Kırkpınar’ın “Takvim Yaprakları İçin Notlar” (Kanguru y., Ank. 2016) kitabına yazdığım “Sunuş”ta Türk şiirine dair temel yaklaşımımın özeti yer alır.
4. Kırk yıldır Türk şiirini de izleyen bir okur olarak yazdığım bu (son) metin “destursuz bağa girmek”le eleştirilebilir. Varsın eleştirilsin!
5. İlgilisi bilir; felsefe dışında bu tür yazılar yazmaya “cüret etme”min nedeni borçluluk duygusudur; Değerbilir olmak borcun ödenmesini gerektiriyor.
6. Kuşkusuz, şairlerimize olduğu kadar başka alanlardaki yaratıcılarımıza da borçluluk hissetmişimdir. Bu nedenle şiir-dışı bazı alanlara da (örneğin romana, resme ve müziğe) birkaç kere “destursuz girdiğim” olmuştur.
7. “Destursuz” görünen bu “cüretkârlıkları” herhalde en iyi anlayacak olanlar -sayıları az da olsa- “yazmasam olmazdı” dedirten o ruh halini zaman zaman yaşayanlar olacaktır; bu da yeterlidir sanırım.
edebiyathaber.net (9 Aralık 2024)