Gökyüzüne bakıyorum. Elimde telefon var. Doğrusu telefonda Amerika’da yaşayan bir arkadaşımla konuşuyorum. Konuşmanın bir yerinde (başlarında) balkon kapısından dışarı bakıyorum ve gökyüzünde asılı gökkuşağını görüyorum. Bunu arkadaşıma söylüyorum.
-Gökkuşağı çıkmış.
O anda birden Avustralya’da yaşayan egzotik gökkuşağı ispinozu geliyor aklıma. Gökkuşağıyla birlikte onu da görmek ne güzel olurdu. Bunu ona da söylüyorum.
Gülüyor. Sanki o da benimle beraber gökkuşağını görüyor. Sonra da balkonumun camından gördüğüm diğer şeyleri sıralıyorum. Deniz uzanıyor, martılar uçuyor ve karşıda doğduğumuz, birlikte oyunlar oynadığımız, aynı okullarda okuduğumuz, anılar biriktirdiğimiz kenti görüyorum, diyorum. Ah, diyor, cennetteyim demediğin kaldı, bir de doğduğum evi görüyorum desen tam olacak. Yeniden gülüyoruz. O yıllardır Amerika’da yaşıyor. Çalışmayı ve para kazanmayı seviyor. Bunu sorgulamıyorum. Bu bana düşmez. Sevdiği şeylerin peşinden giden insanları seviyorum, saygılı oldukları sürece. Birlikte bir şeylere gülebilişimizi önemsiyorum. Abartısız ve yalın. Bunu önemsiyorum. Geçmişte yakın olup çok çok uzak noktalara savrulduğumuz arkadaşlarım geliyor aklıma. O, yine de ruhunu yitirmemiş. Bunu hissedebiliyorum. Bazen geçmiş günlerden konuştuğumuzda (bundan daha çok ben bahsediyorum) çoğu şeyi hatırlamadığını söylüyor. Sanırım anılarımı kaybettim, diyor. Ben de bunun başka bir kültürde ve buradan uzakta olmasından kaynaklandığını söylüyorum. Geldiğinde diyorum, her şeyi hatırlayacaksın. Arada İngilizce kelimeler kullanıyor. Bazen kelimeleri bulamadığında, “aaa” diyor “nasıl deniyordu?” Bunu, lise arkadaşlarımızdan oluşan whatsapp grubundaki arkadaşlardan bazıları garip buluyor. Bence bu on yıldır Amerika’da yaşayan biri için doğal bir şey. Sürekli ya da çok büyük oranda İngilizce konuştuğu düşünülürse bu doğal. Öyle düşünüyorum. Ben Amerika’yı hiç merak etmiyorum. Merak ettiğim yerler; Finlandiya, Mısır ve Prag. Yaşamak istediğim yer ise yazları nemli ve çok sıcak olmayan, doğayla baş başa olabileceğim bir yer. Birkaç yıl içinde toprakla uğraşmak isteyeceğimi düşünüyorum. Şimdi değil. Şimdi, pencere önü çiçeklerim ve balkonumdan gördüğüm manzara bana yetiyor. Bir de yazlar bu kadar nemli olmasa. Bunun üstüne bir de korona virüs çıktı. Yazı maskeyle geçirmek nasıl olacak? Biraz daha bunaltıcı. Bu kesin. Amerika’daki arkadaşımla bir saatten fazla konuştuk. Orada babasını hiç tanımayan insanların olduğunu söyledi. Babası öldüğü için değil, baba olmadığı için, yani onları terk etmiş ya da anneyle baba hiç bir arada olmamışlar. Bu ona ilk başlarda garip geliyormuş. Bana garip gelmedi. Çünkü bunu okuduğumu söyledim ya da filmlerden biliyorum bunu dedim. Belki okumasaydım bu, bana da garip gelirdi çünkü bizde, bizim çevremizde bu tür şeyler olmaz. Boşanılabilir ama babasız bir çocuk dünyaya getirmek ne hoş karşılanır ne de çok rastlanan bir şeydir. Ama orada oluyor. Ayrıca orada kimse birbirinin hayatına karışmıyormuş. Bir tür not to care (umursamama) durumu, dedi. Bizim dinamiklerimiz farklı. Irkçılıktan bahsetti bu arada. Bana, dedi, on yıl boyunca göçmen olduğum için kötü davranan olmadı, herkes işinde gücünde. Oysa daha geçen gün bir zenci öldürüldü Minneapolis’te. Hem de bir polis tarafından. Herhangi bir göçmen olmakla zenci olmak farklı. Zencilerin bir tarihi var o topraklarda. Bunu söyledim, ona. Anladı mı? Bilmiyorum.
Telefon konuşması bittiğinde hava kararmış, akşam olmuştu. Gökkuşağı kaybolmuştu, ayrıca yine telefonla konuşurken balkon duvarının üstünde ağız ağıza vermiş olarak gördüğüm iki güvercini de fotoğraflayamamıştım. Ama şimdi gözümün önündeler. Doğrusu kaçırılmayacak bir görüntüydü, bu.
edebiyathaber.net (10 Aralık 2024)