Öykü: Başçavuşun yeri | Oğulcan Taflan

Aralık 14, 2024

Öykü: Başçavuşun yeri | Oğulcan Taflan

Masaya kurulup başçavuşun bir yandan tıkınıp bir yandan da hararetle başından geçen olayları anlatmasını dinledim. Bazen hikâyeden kopsam da “dinliyormuş ve ilgileniyormuş gibi yapma sanatı”nda ustalaşmıştım.

Yetmiş yaşına yaklaşmış bu ihtiyar adam erken emekli olmuş, günlerinin çoğunu tüttürerek, kahvedeki az sayıda arkadaşıyla laklak ederek geçiriyordu. Eskiden hissettiği, önemli biri olma duygusunu -benim gibi çömezlere- anlattığı hikâyelerle yeniden hissetmeyi amaçlıyordu. O anları tekrar yaşıyormuşçasına harlanmış gözlerinden ve bitmek tükenmek bilmeyen bir iştahla konuşmasından anlaşılıyordu bu.

 Her sabah, herhangi bir işi olsun olmasın, saat sekizde kalkıyor; tıraşını olup kendine çay demliyor. Çayını yudumlarken her sabah içtiği Kent sigarasını yakıp kapıcıya getirmeyi ihmal etmemesi hususunda uyardığı gazeteden günün gelişmelerini okuyordu.

 Emekli başçavuşun bölüğünde yer alan erlerden biri olduğumdan (başçavuşun deyimiyle baba-oğul gibi olduğumuzdan) onu ziyarete gelirdim. En azından senede bir iki defa. Daha fazla gelmediğim için bana sitem eder ama mahcup gülümsemem karşısında üstelemezdi. İşin aslı onun evine çok sık gitmek de istemiyordum. Onunla konuşacak bir şeyim kalmamıştı. Bu zamana kadar konuştuğumuz konular, ikimizi de ilgilendiren hususlardı. Bir nevi kader ortaklığı yapmıştık. Ama kışladan çıkınca artık paylaşacak neyimiz kalmıştı ki? Elimi kolumu nereye koyacağımı bilemez halde koltuğa gömülüp çayımı yudumlar sonra da içinde bulunduğum durumun ağırlığından bitap düşmüş şekilde ayrılırdım her seferinde yanından. İçimden ‘bu son bir daha gelmeyeceğim’ desem de yaşlı adama acımayla karışık garip bir hürmet duyduğumdan yine gelirdim. Belki otuz-otuz beş sene sonraki kendimi görürdüm onda, bilmiyorum.

  Bir süre daha geçer ve kendimi tekrar başçavuşun kapısında bulurdum. Yine büzüşmüş, rahatsız halde koltuğa gömülür; yine lafa giremez, yine sessizce çayımı yudumlardım. Çıkarken öfkeli bir biçimde yine bunun son gelişim olduğu konusunda kendimi telkin ederdim. Lakin en geç bir sene sonra tekrar orada olurdum. Bunun bir kısır döngü olduğunu fark ederdim. Başçavuş ölene kadar devam edecek olan bir ritüel.

 Bu geliş gidişler, istekten ziyade bir merak duygusuydu aslında.  Yalnız bir adamın zamanla değişimini gözlemlemek ilgimi cezbetmişti. Sanki bir bilim insanının belli aralıklarla kobay farelerini incelemesine benzetiyordum içinde bulunduğum hali.

 Kimi kimsesi yoktu. Birkaç defa evlenmeye teşebbüs etmişse de hiç evlenmemişti. Daha doğrusu evlenememişti. Disiplinli olduğu kadar huysuz bir adam olmasından mütevellit kolay kolay anlaşılacak bir adam değildi zaten. Dışarıdan mesafeli, soğuk, sert gözüken mesleğiyle oldukça uyumlu. Lakin zaman su gibi akıp geçtikçe en baba yiğit adamların bile başına geldiği gibi duygusallaşmaya, ansızın gözleri dolmaya başladı başçavuşun. Yaş alıp yalnızlık da vurunca ardı ardına içilen rakıların ardından buğulu gözlerle bakar dururdu etrafa. Bazen uzun sessizliklerin ardından kimi tuhaf cümleler ederdi:

‘Neriman’la evlenseydim iyiydi.’

 İşi gücü bahane ederek, daha seyrek uğramaya başladım yanına.  Zaman benim için de işliyordu. Ve bu yaşlı adamı her gördüğümde aynaya bakıyormuşum hissi giderek kesifleşmeye başlamıştı. Yaşlılığımı gün geçtikçe karşımda oturan emekli askerin kahverengi lekelerle bezeli ihtiyar suratında görüyordum. Artık buna tahammül edemezdim. Bu deneyin sonu gelmişti. Birden kesip atmak kolay değildi şüphesiz, o yüzden muhtelif zamanlarda telefonla irtibat kurdum. Başçavuşun sesi küskün ama sohbet etmeye hevesli geliyordu. En azından bir süre… Ben ise dönüşeceğim adamdan kaçmaya devam ettim. Bu yüzden olsa gerek telefon her acı acı çaldığında başçavuş arıyor diye korkar, bir süre olduğum yere mıhlanır kalırım.

edebiyathaber.net (14 Aralık 2024)

Yorum yapın