Vegan sözcüğünü ilk duyduğumda yıl 2013’tü. Gezi zamanı. Biraz kurcalayıp neyi ifade ettiğini öğrendiğimde altüst olmuştum. Sevdiğim kuzu ile tabağımdaki kuzunun aynı olduğunu o zamana kadar nasıl düşünememiştim? Milyonlarca insan nasıl bir yalanın içinde yaşıyorduk? O günden sonra, her konuda, kendim ya da bir başkası neyi sevip sevmediğimizden bahsederken sürekli sorguladım. Çünkü tercihlerimizin çoğunu biz değil sistem, her anlamda sömürü üzerine kurulmuş bir sistem belirliyor.
Arkeolog, yazar ve akademisyen İsmail Gezgin’in Pinhan Yayınları’ndan çıkan kitabı Uygarlaşan İştah bu nedenle beni çok heyecanlandırdı. Çok etkileyici bir kitap çünkü besin-insan ilişkisinin milyonlarca yıllık tarihini masaya yatırıyor. Yanlış anlaşılmasın, kitabın veganlıkla bir ilgisi yok, insan-besin ilişkisinin uygarlık tarihini nasıl olup da adaletsiz, sömürüye dayalı bir düzene dönüştürdüğünü anlatıyor. Kitabın alt başlıkları: Atalarımız Nasıl Besleniyordu? ve Karnını Doyuran Canlıdan Gözü Doymayan İnsana. Arka kapakta yer alan sorular ise, kitabın içeriğini özetlediği kadar okuma iştahımı kabarttı diyebilirim:
“Atalarımız ne yiyordu? Besinlerini ilk kez ne zaman pişirdiler? Et yemek ile ataerkil şiddet arasında bir ilişki var mı? İçinde bulunduğumuz uygarlık bir buğday ve ekmek uygarlığı mı? Yaşam ne zamandan bu yana ekmek kavgasına dönüştü? Antikçağın sofralarında neler vardı? Ne yiyorsan o musun yoksa neysen onu mu yiyorsun?”
İlk insanın ne yediği, otçul mu hepçil mi olduğu bugünün önemli tartışma konularından biri. Çünkü bu tartışmanın ardında dünya çapında büyük bir rant dönüyor. Hayvansal gıda endüstrisi ile ilaç endüstrisi el ele vermişler, bu rant uğruna çığırından çıkmış durumdalar, dünyanın canına okuyorlar. İnsan doğasının etçil olduğunu ve et yemeyi savunanlar ilk insanların avcı toplayıcı olmasını düşüncelerine temel alıyorlar. Yani diyorlar ki; bizim doğamız bu, et yemeden sağlıklı yaşayamayız! Ancak insan-besin ilişkisinin milyonlarca yıla yayılan tarihinin ana meselesi bunlar değil. Asıl mesele, insanın doğadaki diğer canlılar gibi acıktıkça ve yeterince yerken, açlığını doğada karşısına çıkan besinlerle giderirken, nasıl olup da bugün her anlamda sömürünün hâkim olduğu bir dünyada yaşamı pahasına yaşamını sürdürmesi. İlk insanlar avcı değildi, çünkü üç buçuk milyon yıl önce alet kullanmaya başlayana kadar avlanma şansı yoktu zaten. Alet kullanmaya başlayıp hayvanları avladığında ise sadece karnını doyuracak kadar avlanıyordu.
İnsanın maymun ataları vejetaryendi ve bugün yaşayan maymun türleri hala bitkisel beslenme sistemine sahip. Goriller o güçlü ve kocaman cüsselerini bitkisel beslenmeye borçlular. Belki de bu nedenle kötülük bilmeyen dünyanın en masum canlıları.
Yaklaşık on bin yıl önce tarım toplumuna geçişle birlikte sınıfların ve iktidarın ortaya çıktığı toplum yapısı, iktidarın besin üzerindeki hâkimiyeti, bugünün insanını açlığını gidermek için değil, hangi sınıftan olduğunun göstergesi ya da haz için yemek yiyen doymak bilmez bir canavara dönüştürdü. İlk insanların ihtiyaçlarını doğa belirliyordu, bugün çok uluslu şirketler belirliyor. Kitapta tüm bu gerçeği özetleyen, Zerzan’ın bir alıntısı var: “Yoksulluk bir uygarlık icadıdır.” İsmail Gezgin de diyor ki:
“…. açlık yoktur iştah terörü vardır. Doğada ne ihtiyacından fazlasını yiyen ne de şişman bir hayvan vardır. …. Artık doyurulmayı bekleyen midelerin yerini doldurulması gereken cepler, para kasaları, depolar almıştı. Gözün doyumsuzluğu midenin açlığını bastırmış, iştah uygarlaşmıştı.”
Tarım toplumuna geçildiğinde hayvanlar gibi doğadaki besinler de evcilleştirilmiş. Besinlerin evcilleştirilmesi ise besin değerlerinin düşmesine neden olmuş. GDO’dan şikâyet ediyoruz ancak zaten yediğimiz her şey gerçek doğasını tarıma geçen insanlıkla yitirdi. Yabani doğadaki buğdayla beslenmeye devam etseydik, kanser başta olmak üzere bugün maruz kaldığımız hastalıkların çoğu olmayacaktı. O buğday bugün yok, yok ettik çünkü.
Tarım toplumuna geçiş türcülüğü de beraberinde getiriyor. İnsan merkezli dil, düşünce ve teknoloji her şeyi yok etmeye başlıyor, bu yok oluş bugün hızla devam ediyor. Hayvan ve bitki çeşitliliği hızla azalıyor. Ekosistemin dengesini neredeyse geri dönülemez biçimde bozduk.
Doğadaki bitkisel besinlerin yapısını geri dönülemez biçimde değiştirdik, korkunç bir sömürü düzeninde beslenmek adına hayvanların her gün milyonlarcasını katlediyoruz, kendimize dost edindiğimiz hayvanların doğasını da bozduk. Şişmanlattığımız kedi ve köpeklerimiz için dünya çapında rantı yüksek mama ve ilaç sektörü yarattık, doğada asla başlarına gelmeyecek hastalıklarla boğuşmalarına neden olduk.
Uygar dediğimiz dünyada istediği şeyi yemek sadece belirli sınıfların ayrıcalığı, dünyanın kalanı umduğunu değil bulduğunu yiyor.
Kitap, konuyla ilgili pek çok kaynaktan yararlanmış. Bunlardan biri de hayvanların ve doğanın maruz kaldığı sömürüyle kadınların maruz kaldığı sömürünün aynı olduğunu savunan Carol J. Adams’ın Etin Cinsel Politikası isimli kitabı. İsmail Gezgin bu kitaptan bahsettiği bölümde şunları söylüyor:
“Hayvanların endüstriyel bir ürün haline getirildiği, savaşın ve şiddetin ülkeler tarafından kurumsallaştırıldığı, doğanın tahrip edilip yaşam formlarının insan eliyle kitlesel bir yok oluşa sürüklendiği günümüzde ‘etin cinsel politikası’na karşı duruş sergilemeliyiz.”
Kitapta antik çağda Roma, Yunanistan, Mısır başta olmak üzere dünyanın farklı yerlerinde toplumların besin alışkanlıkları ve ritüellerine dair detaylar anlatılıyor, o dönemden kalan yazılı eserlerden alıntılara yer veriliyor. Besinin sömürü düzeninin önemli araçlarından biri olduğuna dair pek çok örnek görüyoruz. Örneğin antik Roma’da üst sınıf insanlar uzanarak yemek yiyor. Yemek mekanları ve odalarında bu nedenle o döneme özel sedirler var. Sandalyeye sadece köleler ve alt sınıf insanlar oturuyor. Yemek sosyal kimliğin göstergesi olmaya o dönemde başlıyor. Bugün iktidarların ya da parasal gücü elinde tutanların bin bir çeşit yemeğin müsrifçe tüketildiği etkinlikler, parti ve şölenlerle yaptığı güç gösterilerinin tarihi antikçağa uzanıyor. O dönemde yazılan kaynaklarda bu büyük şölenlerin her detayı anlatılıyor ama bu şölenlerde hizmet veren insanlar, köleler, onların ne yiyip ne içtiğini anlatan kaynaklar yok. Bugün lüks içinde yaşayanların ne yiyip ne içtiğini ballandıra ballandıra anlatan medyanın yoksulun sofrasını dikkatte almaması gibi. Mısır piramitlerinde çalışan binlerce işçinin ne yiyip ne içtiğini, nasıl yaşayıp öldüğünü de bilmiyoruz bu yüzden.
Kitapta ayrıca süt, tereyağı, şarap, bal, buğday gibi birçok besinin milyonlarca yıllık serüvenine yer veriliyor. Bu besinlerin her birinin uygarlık tarihini nasıl şekillendirdiğini görüyoruz. Tereyağının anlatıldığı bölümde İsmail Gezgin, evcilleştirme süreciyle başlayan insan hayvan arasındaki akdin hayvan aleyhine bozulduğunun altını çiziyor. Süt ve süt ürünlerinin, M.Ö. 9000 yıllarında koyun ve keçilerin evcilleştirilmesinden sonra besinlerimiz arasına girdiği tahmin ediliyor. Doğal koşullarda birkaç litre süt veren hayvanlardan daha fazla süt elde edebilmek için uygarlığın hayvanların doğasını nasıl vahşi biçimde değiştirdiği, bu hayvanların ne tür işkencelere maruz kaldığı anlatılıyor.
Balın insanlar tarafından besin olarak kullanılması ve insanlardan milyonlarca yıl önce var olan arıların bu sömürü düzeninin mağdurlarına dönüşmesinin hikâyesi de kitapta yerini alıyor. Ekosistemde yarattığımız dengesizlik bu şekilde süregiderse arılar da yok olacak. Bu bölümde, Einstein’a atfedilen “arılar yok olursa insan da yok olur” sözüne dikkat çekiyor İsmail Gezgin.
Bugün nasıl beslenmemiz gerektiğini söyleyen her türlü medyanın, uzmanın, bilirkişinin bombardımanı altındayken, Uygarlaşan İştah biraz durup düşünmemiz, hem beslenme hem de yaşama biçimlerimiz konusunda ipleri elimize almamız yönünde zihin açıcı bir kaynak kitap. Dünyadaki adaletsizliklerin temelinde iktidarlar ve güç sahipleri kadar, insan merkezli düşünceyle çalışan bilim insanlarının da payı var. Diğer yandan İsmail Gezgin gibi tam aksi yönde çalışan ve üreten bilim insanları da var. İnsanın tarihsel yolculuğuna ait bilgi ve bulguları, insan merkezli ve türcü yaklaşımların tam aksi yönde yorumlayarak hazırladığı Uygarlaşan İştah‘ın bu alanda başka çalışmaların çoğalmasına ilham, geleceğimize ışık tutan bir kaynak olmasını dilerim.
edebiyathaber.net (21 Aralık 2024)