Bu şehre ilk defa bir temmuz günü ayak bastım. Uçaktan inip küçük bavulumla otobüse yöneldiğimde yüzüme vuran sıcak “buralısın,” diye fısıldıyordu. Oturduğumda terden sırılsıklam olmuştum, son durakta inip ağaçlıklı dar sokaktan soldaki yokuşa doğru kıvrıldım. Ağaçların varlığı serinlememe yetmişti. Nehir boyunca, çınar ağaçları ile vahşi iğdelerin yaydıkları keskin koku insanı sarhoş edebilirdi. Rezervasyon sayfasında, kiraladığım evin Katedral’in tam karşısında olduğu yazılıydı. Köşedeki büfede yolu sorduğum satıcı kadın, bıkkın bir yüz ifadesiyle köprüyü işaret etti. İddiasız yapı, Miljacka Nehri’ni süsleyen birkaç köprüden biriydi. Köprüyü geçip taş kaldırımlarda bavulumu çekiştirerek Ferhadija Caddesi’ne vardım. Gözlerim alışkanlıkla yüksek binaları aradı ama evler beton sevici düzene inat iki üç katı geçmiyordu. Birdenbire karşıma siyah bir sandalyeye oturmuş, elinde yanan bir ampülle Nikola Tesla çıktı. Hemen yanına geçip selfie fırsatını kaçırmadım. Sağlı sollu kafelerin bulunduğu ara sokağın sonunda meşhur Katolik Katedral göründü. Güzelim neo-gotik yapının yanında yer alan Papa II. Jean Paul heykeli, elinde asasıyla sanki beni karşılıyordu. Kalacağım yeri elimle koymuş gibi bulduğum için mutluydum. Apartmanın dış cephesi kurşun delikleriyle doluydu. Bin dört yüz yetmiş gün boyunca kuşatmada kalmış bu hüzünlü şehir, belli ki savaşın izlerini silmeyi reddediyordu. Evin anahtarını alacağım kişi el salladı. Gülümseyerek ona doğru ilerledim. Hız çağında whatsapp profilinden hemen tanışıyoruz. İsmi İman. Fotoğrafından otuzlu yaşlarının başında gibi görünüyor. Konuşarak yukarı çıktık, apartmanın içi de dışı kadar bakımsızdı. Savaşın bittiği yılda donup kalmıştı sanki. Sarı beyaz boyalı, rutubet lekeleriyle dolu duvarlarda hayatımda hiç görmediğim kişilerin posterleri asılıydı, bir de siyah boyayla yazılmış anlayamadığım bazı yazılar göze çarpıyordu. Kalacağım dairenin önüne geldiğimizde, bavulumu koridora bıraktım. İşaret parmağını dudaklarına götürmüş hemşire fotoğrafı dikkatimi çekti. Kendi kendime bizde hastanelerde olur bu, diye düşündüm.
“Buyurun evi tanıtayım size,” dedi, büyük bir ciddiyetle.
Tamamen yenilenmiş, aydınlık bir ortamdı karşıma çıkan. Şirin mutfağı, tertemiz banyosu, geniş yatak odasıyla eksiksizdi. Teşekkür edip, “Yakınlarda yemek yiyebileceğim bir yer var mı?” diye sordum.
“Hemen alttaki pizzacı çok iyidir.”
“İşiniz yoksa bana eşlik eder misiniz?”
“Tabii, seve seve.”
Kapıyı kilitleyip aşağı indik. Siparişi ona bıraktım. Önden birer kadeh şarap ısmarladık.
“Buraya gelişinizin bir amacı var mı? Pek alışıldık turistlere benzemiyorsunuz.” Menekşe gözlerinde soru işaretleri belirmişti.
“Hem evet, hem hayır.”
“Nasıl yani?”
“Anneannem burada doğmuş, on yaşındayken Türkiye’ye göç etmek zorunda kalmışlar. Onun anlattıkları, biraz da anlatmadıklarının peşine düştüm. Hüzünlü imaları çoktu ama açık konuşmazdı. Bu topraklardan Türkiye’ye gelenler acıları konusunda hep dilsizdi.”
“Çünkü ancak dilsize dönüşerek susturabilirsin acıları.”
“Savaş hakkında konuşmak istememeniz de ondan mı?”
“Belki de evet.”
“Yaşanmamış gibi davranıyorsunuz, izlerini de silmiyorsunuz.”
“Haklısınız. Kendimizle çelişiyoruz.” Şaraplarımız bitmiş, garson kadehlerimizi yeniden doldurmuş, İman’ın bakışları yumuşamıştı.
“Savaşta yaşanmış bir olayı yazarak insanlığa anlatmak isterdim doğrusu.”
“Yazar mısınız?
“Yazar değil de yazan diyelim. Tecrübeleriniz beni ilgilendiriyor. Bir gün böyle bir hikâyeyi kaleme alırım belki.” “Belki,” diyerek gözlerini yere indirdi.
Yemek bittikten sonra ayrıldık, binanın geniş basamaklarında kaybolan yorgun ayaklarımı sürükleyerek odaya çıktım. Avluya bakan pencereden kurşun delikleriyle dolu binalar ve iplere asılı çamaşırlar görünüyordu. Ölümün sessiz hayaleti şehri terk etmemişti besbelli.
Sabahleyin kahvaltılık almak için aşağı indim. Buraya gelirken gördüğüm küçük bakkala girdim. Kapısında “helal” sertifikası göze çarpıyordu. Aradığım “helal”den ziyade alışkın olduğum tatlardı. Yirmili yaşlarda insan ilk defa gittiği bir şehirde her türlü yeniliğe açık olurken, elliden sonra konfor alanından çıkmak istemiyor. Bu, biraz da hastalanma korkusundan kaynaklanıyor. Kendimi bildim bileli domuz eti mideme iyi gelmez. İçeride cıvıl cıvıl sarışın, ipek saçlı, iki genç kız müşterilerle ilgileniyorlardı. Biri kasada duruyor diğeri reyonların arasında müşterilere yardım ediyordu. Soran gözlerle bakınca, Bosnalıların genellikle Türkçe bilmesine güvenerek, “peynir, zeytin, domates, ekmek, bir de süt,” dedim. İstediklerimi bir poşete doldurup gülümseyerek uzattı.
Kasanın arkasında temiz beyaz gömlek ve siyah ceket giymiş bir adamın yeşil çerçeveli fotoğrafı dikkatimi çekti. “Babanız mı?” diye sordum. Gözlerini hüzünle gözlerime dikip başıyla onayladı, sonra paranın üstünü verip arkasını döndü.
Aklımda marketteki iki kız, elimde poşet yukarı çıktım. Aldıklarımın tadını çıkararak kahvaltı ettim, peynir gerçek peynir, süt gerçek süttü. “Babanız mıydı?” diye sorduğumda kızın yüzünün aldığı ifade gözlerimin önüne geldi. Savaşın izlerini sürebilmek ve yazabilmek için şahitliklere ihtiyacım vardı ama tek bir soru ile susan kişilerle karşı karşıyaydım. Fotoğraflar, broşürler istemiyordum, katliamdan sağ çıkmış birinin tanıklığıydı aradığım.
Aşağı inip Katedral’i selamladım. Sola aşağı kıvrıldığımda küçük bir savaş müzesinin ilanını gördüm. Sonra, diye düşünerek kalabalığın peşine takıldım. Çalışanlar dükkânlarının önünü süpürüyor, dondurmacılar sıcakta güzel vaatlerde bulunuyordu. Kahvaltıda yediğim peynirin ve sütün lezzetini hatırlayınca dondurmayı düşünemiyordum bile. Güneş henüz yükselmediğinden hızlı hızlı Saat Kulesi’ne yöneldim. Bir yerde okumuştum, Sultan Abdülhamit, halkı Latin harflerine alıştırma yöntemi olarak bu büyük meydan saatlerini kullanmış. Bu saat de o düşüncenin ürünüydü belli ki. Kulenin etrafında Bosnalı ressamların ufak tefek dükkânları yer alıyor.
“Sabah hayrola.”
“Dobre jutro!”
“Çok güzel resimler.”
“…”
Marketteki kızlar gibi Türkçe bilmiyorlar galiba ya da konuşmak istemiyorlar.
“Which part of the city is that?”
“This is the famous bridge of Sarajevo, II. Ferdinand was killed there.”
“Oh, yes, the beginning of the First World War!”
“Yes, you are right.” Konuşmaya pek istekli görünmüyordu, alacağını al da git, der gibi bakıyordu. Ben de hiç uzatmadan, koruması, taşınması kolay bir suluboya tablo seçip yola devam ettim. Başçarşı dedikleri, küçük Bursa ile İstanbul karışımı bir yer. Sizi şaşırtan, imgeler sandığınızda biriktirdiklerinizden farklı bir şey yok. Camiler, sebil dedikleri çeşme, evlerin kiremit damları, dükkânlarda satılan lokum, simit yanında nar kırmızısı fesler, potinler, takılar, Türkler gitmiş gitmesine ama geride kimliğini bırakarak gitmiş.
Hem kahve içmek hem de gelen geçeni seyretmek için meydanda bir yer buldum kendime. Bosanska Kafa sipariş ettim. Bildiğiniz, sade Türk kahvesi. Siparişimi beklerken yandaki masaya başı önünde, sakalları kırlaşmış, altmışlarında bir adam geldi oturdu. Koltuğunun altındaki gazeteyi masaya bıraktı. Onu gören garson içeri gidip elinde rakı ve kavun ile döndü. Gündüz rakısının keyfi de başkaydı tabii. Fincanımı kaldırdım, “Şerefe,” dedim, gülümseyerek. Cam kadehi kaldırıp karşılık verdi. Burnunun kızarıklığı düzenli içki içtiğini ele veriyordu.
“Are you from Turkey?”
“Yes, I am.”
“But, you look like Bosnian.”
“You’re right, a part of my family was from here.” Bu soruya yanıt verirken suçluluk hissine kapıldım nedense.
“Turkey is a beautiful country, I was there many times. In Antalya, İstanbul, İzmir.”
“For holidays?”
“No, I had gone to music festivals with Sarajevo Philharmonic Orchestra. I am a musician.”
Heyecanla gözlerimi açarak “Really, which instrument do you play?” diye sordum.
“Violoncello,” diye yanıtladı. Uzun ince parmakları viyolonsel çaldığını kanıtlıyordu. Savaş sırasında Saraybosna Senfoni Orkestrası konserlerine hiç ara vermemişti. Ona yüzlerce soru sormak istiyordum ama cesaretim yoktu. Birdenbire, gözlerini gözlerime dikerek, “I lost my whole family during the war,” dedi. Gözlerinin altındaki çukurlar daha da çukurlaştı sanki. İçtiğim su boğazıma dizildi. Hiçbir şey diyemedim. Dudaklarımdan usulca, “I am very sorry for your loss,” sözcükleri döküldü. “Thank you,” diyerek gazetesini açıp okumaya başladı. Bir duygudan diğerine hızlıca geçivermişti. Bir süre daha oturup gelen geçeni seyrettim. Savaşı yaşamış nesil ne kadar suskunsa gençler de o kadar gürültücüydü. Ona kaybettiği ailesini hatırlatmanın mahcubiyeti içinde, “Nice to meet you, Mr.?” dediğimde, “Mustafa Kovačević,” dedi. El sıkışıp ayrıldık. Sebili geçip caddeden geçen otobüse bindim. Her şey gibi o da eski ve bakımsızdı. Yorgun argın oflaya puflaya yola koyuldu. Savaş sonrası Saraybosna, kendini yenileyip tamir etmeyerek yıllar önce yapılmış yıkıma isyanını dile getiriyordu. Şehrin içindeki yegâne AVM’yi geçtikten sonra gözüme yemyeşil bir park ilişti. Önündeki durakta indim. Parkın girişinde savaşta yaşamını yitirmiş çocukların anısına yapılmış bir anıt dikkatimi çekti. Önünde kocaman bir havuz vardı. Bir iki fotoğraf çektikten sonra arkadaki mezarlığa gidip uzun ince beyaz mezar taşları arasında dolaştım. Burada yatanların hepsi çocuktu, 1986-1993- Enisa Mehmetović, 1980-1992- Aliya Demirić ve niceleri. Hep çocuk kalacak ölenlerin ruhuna fatiha okudum. Yeşillik geniş alanda yürürken, etrafta gelişigüzel duran sarık şeklinde çok eski taşlar fark ettim. Yanlarına gidip inceleyince buranın eski bir Osmanlı mezarlığı olduğunu anladım. Biraz ileride köpeklerini akşamüstü gezisine çıkartmış, bira içip sohbet eden, aralarında şakalaşan bir grup insan gördüm.
O manzarayı gördüğümde kimsenin savaş hakkında konuşmayacağına ikna oldum. Kaldığım aydınlık küçük odaya geri döndüm, bütün gece kapanıp okuduğunuz bu satırları yazdım.
edebiyathaber.net (11 Ocak 2025)