Bu yazı Ekim 2005’te, Türklüğün, Kürtlerin hor görülmesi yoluyla yüceltildiği bir ortamda bu yönde en cüretli çıkışları yapan Türk Solu dergisindeki bir yazı üzerine kaleme alınmıştı. Başbakan Tayyip Erdoğan’ın “ayranın milli ‘içki’miz” olduğu çıkışının bir yenilik olmadığını Türk Solu dergisinin bunu çok daha önce yaptığını, kültürün milliyetçiliğe sığdırılma gayretinin bir yanılsamadan ibaret olduğunu gösteren artık alışık olduğumuz bir örnek olduğunu hatırlatmak istedik. Konunun kavram kargaşası içine sürüklenmemesi için Tayyip Erdoğan’ın yaptığı çok önemli bir hatayı da düzeltmek gerekiyor. BAŞBAKANLIK, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu, TÜRK DİL KURUMU sözlüğüne göre içki “İçinde alkol bulunan içecek” içecek ise “İçilen her şey, meşrubat” olarak tanımlanmıştır. Ayranda alkol yoktur, en azından halkın kullandığında.
***
Türk Solu gazetesinin 89. sayısında Gökçe Fırat’ın “Türk oğlu, Türk kızı Türklüğünü koru!” yazısı, tam da başlığının hitap ettiklerine yönelik önermeleriyle kimileri tarafından “sol”un milliyetçiliğine, kimileri tarafından da ırkçılığa örnek olarak gösterilmiş ve eleştirilmişti. Hiç kuşku yok ki yazının dili ve önermeleri, Türkiye’deki milliyetçiliğin ırkçı kolunun dahi kolay kolay dile getiremeyeceği –henüz getiremediği– kadar pervasız ve ırkçıları kıskandıracak kadar da cüretkârdı. Doğrusu bu yazı ve gazetenin son bir kaç sayısında yer alan diğer yazılar milliyetçilikle ırkçılık arasında var olduğu düşünülen çizginin zannedildiği kadar kalın uçlu bir kalemle çizilmemiş olduğunu kanıtlayan âri örnekler olarak da değerlendirilmeyi hak etmektedirler.
Fakat söz konusu yazı, aynı zamanda milliyetçilerin ulusu (milleti) tanımlamakta kullandıkları ortak bir kültürel geçmişe ya da kültür birliğine sahip olma koşulunun ne denli geçersiz olduğunu da göstermek için önemli bir ipucu da sunmaktadır. Okumakta olduğunuz yazı da bu ipin ucunu takip edecektir.
Zordur ulusçunun “ulus”u tanımlaması
Ulusçuların ulus tanımı, her bir koşula farklı düzeylerde önem vermekte olanlar bulunmakla birlikte, genel olarak dil, din, kültür birliği içinde olan ve ortak bir toprak parçasında ortak bir geçmişe, mirasa (kalıta) dayanan topluluk şeklindedir. Yaklaşık 20 yıl öncesine kadar da aynı tanım Marksistler tarafından da kullanılmaktaydı. Bununla beraber Stalin’in 1913’te yaptığı tanımlama kimi Marksistler tarafından adeta dondurulmuştur ve halen geçerliymişçesine olduğu gibi kullanılmaktadır: “Ulus, tarihsel olarak oluşmuş, kararlı bir dil, toprak, iktisadi yaşam ve kendini kültür ortaklığında dile getiren ruhsal biçimlenme birliğidir.”[i]
Ulusçulara (milliyetçilere) göre ulus olmak için ortak bir kültüre sahip olmak olmazsa olmaz bir koşuldur. Fakat kültürel birliğin kendisinin, hatta kültür tanımının muhtelif olmasından ve “birliğin,” somut temellerinin ve ayırt edici özelliklerinin gösterilememesinden dolayı ulusçular, genellikle bu koşulu belirsizliğe terk edilmekte ve bu belirsizlik içinde kullanmaktadırlar.[ii] Bu konuyu konuşmayı pek de tercih etmeyen ulusçular, suskunluk konusunda adeta ulus-üstü bir “birlik” içindedirler.[iii] Neyse ki Gökçe Fırat bize mutfak (yemek) kültüründen bir örnek vererek, ulusçu olsun olmasın, herkesin üzerinde fikir sahibi olabileceği gündelik ve kolay sayılabilecek bir başlangıç noktası sunmaktadır:
“Türkler, yemeklerine sahip çıkmalıdır. Türk’ün damak tadı, Kürt yemekleri ile yer değiştirmektedir. Türk’ü kebaba, lahmacuna mahkum eden anlayışla mücadele edilmelidir. Yemek, kültür savaşının bir parçasıdır. Mc Donaldslar ne kadar tehlikeli ise Kürt mutfağı da o kadar tehlikelidir. Başka kültürlerin yemeklerini yiyen kültürler asimile olur. O nedenle Türk, Türk mutfağına sahip çıkmalı, başka şeyler yememelidir.” (Vurgu bana ait.)
Fakat burada, Türk (mutfak) kültüründen çok Kürt kültürüne ait somut bir örnek verilmektedir. Tabii bu haliyle de Kürt milliyetçiliğine bir kültürel tanımlama imkânı sunulmaktadır. “Ulus”u tanımlamaları ve bu tanımı savunmaları oldukça zayıf olan ulusçuların zaman zaman kendi kalelerine gol atmalarına da şaşırmamalı. Bununla beraber dâhil olanı hariç kılmaya çaba gösterildiği de çok açık. Bir “öteki” yaratılarak Türklük ve Türk kültürünün savunusu yapılmaya çalışılmaktadır, ama tam da bunlar açıklanmamaktadır. Bu haliyle –yukarıda bahsettiğimiz– “ulusçunun, kültürün kendisi, kültürel birlik, ortak kültür konusundaki sessizliğine” örnek verilmiş olunmaktadır.[iv]
“Türk’ün damak tadı?”
Yine de kabul etmek gerekir ki yemek kültür ya da genel olarak kültür üzerinden Türk ulusunu tanımlamak da kolay değil tabii. Önce bir yanlışı düzeltelim; kebap ile lahmacun Kürt değil. Kebap (kebbeb-doğranmış ocakta pişmiş et) ve lahmacun (Lahm-et ve macin-yoğrulmuş, hamurlu et) her ikisi de Arapça sözcüklerdir[v] ve Arap kültürüne “aittirler.”
Ama Türk balık da yerse asimile olabilir: Çünkü balık isimlerinin yüzde doksanı Yunanca ya da Latince’dir. Neyse ki kalkan ve karagöz Türkçe isimlerdir.
Bakl Arapça, sebz ise Farsça yeşil, yeşillik anlamına gelir, bakliyat ve sebze yemekleri de Türklüğü bozabilir. Aynı sözcüğün Yunancası lahanadır, Rusçası kapuska, aman dikkat. Marul, bulgur, fasulye yine Yunancadır. Piyazımız, turpumuz, turfandamız Farsça.
Pontus, eski Anadolu dillerinden Yunancaya geçme bir sözcük ve deniz ülkesi anlamına geliyor. Pontus’a yerleşen Grekler burada yetişen bir bitkiyi Batı’da satıp iyi kazanç elde ediyorlar. Bitkinin adı Pontus olarak kalıyor ve fontık, fundık, funduk derken fındık haline geliyor. Yiyip yememek Türklere kalmış.
Teleme (beyaz peynir), kaşar[vi] Yunanca sözcükler, tabii mandıra (Grekçeden) da. Kaşkaval İtalyanca. Geriye Türk olan çökelek kalıyor. Aynısı lor, ama Farsça.
Domates gibi patates (ki dünyanın başka bir yerinde yetişmediğinin kanıtlandığı haberi bir kaç gün önce gazetelerde yer aldı) de Avrupalı sömürgeciler tarafından Latin Amerika’dan getirilmiş ve sofralarımızdaki yerini almıştır. Bir ulusçu ya da “anti-emperyalist” olarak içinize siniyorsa yiyebilirsiniz belki.
Domatesten vazgeçip peynir ekmek yerim diyorsa bir Türk, hiç şansı yok; peynir Farsça. Köfte derse, o da Farsça.
Bugünlerde televizyonlarda gayet “milli” bir dondurma reklamı var: Önüne getirilen brokoli ve lazanyaya (ki Karadeniz yemeği uyandırdığı esprisi yapılıyor) pek itibar etmeyen aksi, yaşlı adama Türk lezzeti olarak tahin pekmezli dondurma getiriliyor. Pekmez tamam da tahin Arapça.
Turşu, pilav, paça Farsça, kaygana Arapça (haygene). Salçalı yemekler gayet sakıncalı; salça, İtalyanca “salsa”dan ses değişimine uğramış bir sözcük. Bari çorba diyenler yanılıyor; Arapça.
O güzelim tatlılar; reçel Farsça, helva, lokma, kadayıf (kadaif-kadife) Arapça. “Turkish lokum,” maalesef, o da Arapça.
Meyve konusunda Türkler şanslı sayılır, ama yine de bir sürü meyve yasak: Karpuz, Farsça harbuz, Yunanca karpoz; incir, şeftali, zerdali Farsça; muşmula Yunanca (Grekçe’den); portakal (Portugal) Portekiz’in ta kendisi. Kiraz, zaten Giresun sözcüğündeki ses değişiminin sonucu: Eski Anadolu dillerinden Grekçe’ye geçme: Gerassus, kerassus, kirassus.
Türk’ün asimile olmaması için, Çerkez tavuğu, hünkar beğendi, papaz yahnisi, vezir parmağı, Arnavut ciğeri, Tatar böreği yememesi gerektiği çok açık değil mi?
Farsça bir sözcük olan meze konusuna hiç girmemek gerek. Meze çeşitleri Arap, Abhaz, Gürcü ve tabii Yunan mutfağının egemenliği altındadır. Giritlilerin meze ve yemeklerde kullanmadığı ot çeşidi söyleyin?
İyi haber; Türkler zıkkım yiyemezler, çünkü Arapça.
Baklava da Arapça, ama hem Türklerle Kürtler hem de Yunanlarla Ermeniler de baklavayı nefis yaparlar. Arapların ki biraz kuru olur, ama Anadolu’nun her yerinde ve her halkında bol şerbetlidir. (Şerbet, şurup Arapça, şeker Farsça.) Ama çok uzakta Sırplar da nefis baklava açar. Baklavayı tüm balkanlar da bulabilirsiniz, tıpkı börek gibi.
Börek Türkçe, ama Boşnaklar kadar Sırplar da leziz börek yapar, Bulgarların ve Yunanların açtığı börek, pekâlâ Arnavutların bu konudaki becerileriyle yarışabilir. Kosova Arnavutları mantıyı, küçücük üçgen börekçikler şeklinde yaparlar ve mantı fırında pişer. Tıpkı yaprak dolması gibi tek lokmalıktır. Balkanlar da börek Anadolu’da olduğu gibi genellikle peynirli değildir. Ispanak, pırasa, patlıcan, –tatlıda ve yemekte kullandığımız çeşitlerinden farklı, bir üçüncü tipte, sütte kaynatılmış– kabak, böreğin ara malzemesi olarak kullanılır.
İskenderiye Kütüphanesi’nde, balkanlar ve milliyetçilik üzerine yaptığı söyleşi sırasında Gün Kut, Balkanların sınırlarını tam olarak tarif etmenin kolay olmadığını, tam da bu yüzden muhtelif tariflerin varlığından söz etmiş ve eklemişti; “Bana göre Balkanların sınırı böreğin sınırıdır. Nerede börek yapılmıyorsa Balkanlar son bulmuş demektir.” İster baklava gibi Arap, ister börek gibi Türk mutfağından olsun, Ortadoğu, Balkanlar ve Kafkasya’da hemen hemen her etnik grup bu lezzetleri –ve dahi neler neler– imal eder ve afiyetle yer. Ama bir baklava ulusu ya da bir börek ulusu oluşturmazlar. Onlar, bir baklava ve börek kültürünün sahipleridirler.
Yüzyıllarca baklava ve börek yemiş olan Balkan halklarının hangisi asimile olmuştur? Hangisi Türk ya da Arap haline gelmiştir? Bugün dahi aynı yemekleri yemektedirler, ama bu coğrafyalarda ulusçular hâlâ tek tek “âri” uluslarına sahiptirler ve işçi sınıfını birbirine kırdırmak için ulusçuluğu kullanmaya devam etmektedirler. Yemek yiyerek, içki içerek asimile olunacağını ancak bir milliyetçi (ulusçu) düşünebilir.
Ulusçunun rüyası ve de kâbusu: Asimilasyon
Bu öylesine güçlü bir düşüncedir ki ulusçu kendi yarattığı “ulusal” kültürün evrensel olduğunu ya da olacağını ilan eder. Tıpkı başka kültürlerin etkisi altında asimile olunacağını düşünmesi gibi kendi “ulusal” kültürünün de başka ulusları asimile edeceği hayalini görür, bununla mutlu olur. Şöyle düşünür; Coca-cola Amerikan kültürünün ürünüdür, ABD emperyalisttir, o halde cola emperyalizmin “bizi bozan” ajanıdır. Ama ulusçu kapitalistimiz için cola iyi de kâr getirmektedir, bu yüzden yerli cola üretilerek hem para kazanılır hem de ulus asimile olmaktan kurtarılır. Ulusçu farkında değildir ama bu haliyle “Cola kültürünün” dışına çıkılmış olmaz. Yine de Cola-Türk’ü yapan ulusçu için önemli olan ulusal bir içeceğin yaratılmasıdır; onun hayal gücü, zihniyet dünyası bu kadarına izin verir. Örneğin Sırbistan’da savaştan sonra “Sinalco” adında bir meşrubat, cola ve muadili içeceklere rakip, “ulusal” bir marka olarak yaygınlaşmıştır. Fakat aynı “anti-emperyalist” Sırbistan halen sürmekte olan Afganistan işgaline asker göndererek katkı sunmaktadır.
Cola-Turka markalı bir içeceğimiz var: “Cola”sı “aynı cola,” yani Amerikan, “Turka”sı ise şarkiyatçı (orientalist). Bir de reklam kampanyası var: ulusçunun asimile olmak ve etmek konusundaki zihniyet dünyasını bire bir yansıtan: Cola-Turka içen Amerikalılar Türk kültürünü benimsiyor ve hatta mucize kabilinden bir anda Amerikan şivesiyle Türkçe konuşmaya başlıyor, kısacası Türkleşiyor. Ama bir ulusçu için, hele de Gökçe Fırat için bu da yetmez:
“Her Türk, Türkçe konuşmalıdır. Bunu da İstanbul şivesi ile konuşmalıdır. Dil varsa millet vardır. Ancak şehri istila eden Kürtler kendi dillerini hakim kılmaktadır. Bunlarla temas içinde Türkler de şivelerini bozmakta, Türkçe konuşsa bile adeta Kürt şivesiyle Türkçe konuşmaktadır.”
Aslında reklamdaki gibi Amerikalıların Türkleşmesi ve “şiveli de olsa” Türkçe konuşması onu çok memnun eder, ama bir ulusçu “ulusal” kültür ve dil uğruna yerel dilleri ve şiveleri yok etmekten geri durmaz. “Vatandaş Türkçe konuş,” der ama dünyanın diğer yerlerindeki Türklerle Türkçe anlaşamamasına hiç aldırış etmez. Onları başka ulusçu ideolojilerin etkisi altında asimile olmamış, Türklüğünü korumuş kahramanlar olarak görür. Görür ama yemekle, içmekle asimile olunmadığını göremez. Irak’taki Türkmenlerle, Azerilerle hatta Orta Asya’daki “Türklerle” kendi “ulusal” Türkçesiyle anlaşamaz, ama onları Türklüğünü korumuş ilan eder. Ulusçunun çelişkisi bitmez.
Hadi Cola’yı emperyalist ve kültür ajanı ilan ettik. Avrupa’da neredeyse her dilde yoğurdun adı –ses değişimleriyle birlikte– yoğurttur. Kimi Avrupalı bunu bir Yunan yiyeceği sanır, ama yoğurt Türkçe’dir, tıpkı ayran gibi. Yani emperyalist sayılabilecek bir yiyecek ve içeceği vardır Türklerin. Ama yoğurt yediği ya da ayran içtiği için Türkleşmiş bir İngiliz, Yunan ya da Belçikalı gördünüz, duydunuz mu?
Bugün Türkler de Kürtler de rakı içmektedir, Yunanlar ise aynı alkollü içkinin Yunanca’sını; uzo (ouzo). Rakının Türk mü Yunan mı olduğu da ne zamandır her iki milliyetçilik tarafından tam bir savaş alanıdır. Şimdi rakının Türk ya da Yunan icadı olduğu kanıtlansa, Türkler ve Yunanlar rakı içmeyi bırakacak mı? Türkler ya da Yunanlar şimdiye kadar rakı içmiş olduklarından dolayı asimile mi olmuş kabul edilecekler?
Acaba Türkler neden rakı yerine kımız içmiyor?
Kültür sadece yemekten ibaret değildir
Kültürün –başta açıkladığımız gibi tanımı ve temeli muhtelif ve belirsiz– “ulusal” olanını da bulmak kolay değil. Örneğin halk dansları: Horon Yunanca, bar Ermenice dans, oyun demek, ama oynamaktan, seyretmekten vazgeçer miyiz?
Neden halk dansları “ulusal”dır da halk dansları topluluklarının farklı giysileri vardır ve bunlara “yerel” kıyafetler deriz? Ulusal ise o halde Egeliler, Karadenizliler ve Diyarbakırlıların da aynı kıyafetleri giymesi gerekmez miydi? Bizleri ilkokula tek tip (önlük ve beyaz yaka) giysiyle gönderen “milli eğitim” neden folklorda tek tip giyinmeyi yaratamamıştır? Günümüzde ulusal sınırlar içinde –hatta dışında da– insanlar oldukça benzer –hatta aynı– şekilde giyinmektedir. Fakat sadece bir yüzyıl önce aynı coğrafyada yaşayan atalar –ki ulusal kültürün kökleri olduğu kabul edilirler– neredeyse köyden köye değişen giysiler giyiyorlardı.
Gelin bir düşlem (fantezi) kuralım: Bugünün bir ulusçusunu zaman makinesine koyalım ve sadece bir-iki yüzyıl öncesine gönderelim, üzerinde kot pantolon ve t-shirt ya da kravat-gömlek, takım elbiseyle. Bugünün ulusçusu zaman tünelinden geçip atalarıyla buluştuğunda, bir köy ya da kasaba hayatı yaşayan dedeler ve nineler tarafından üzerindeki acayip giysiler yüzünden bir meczup olarak nitelendirilmez mi? Boş verin düşlemi, bugün bir halk dansları kıyafetiyle evden çıkıp, otobüse bindiğinizi ve işe gittiğinizi düşünün… Eğer bugün ortak “ulusal” bir kültüre sahip olduğumuzu ve bu kültürün geçmişten bugüne damıtıldığını savunacaksak, o halde en çok atalarımıza benzememiz onlarla ortak noktalarımız olması gerekirdi. Uzun dini bayram tatillerinde bir tatil yöresi planı değil köyümüze el öpmeye gitmemiz gerekmez miydi?
Tabii ki bir kültürümüz var ve bunun pek çok öğesiyle mutluyuz ve bunlardan vazgeçmeyi hayal bile edemeyiz. Fakat kültürümüz en çok da komşu ülkelerdekilerin kültürüne benzer. Yukarıda mutfak kültürüne ait verilen örneklerin tamamı bir Yunan, Arap, Acem, Ermeni, Gürcü ya da Slav ile kültürel ortaklıklarımızdır ve bizleri birbirimize yakınlaştırır. İddia edildiği gibi bir Kürt ile Türk’ü birbirinden ırak kılmaz.
Sınırlarda nöbet tutan bir askerin söylediği türkü, dikenli tellerin ardındaki ülke askerinin de sıla hasretini dile getirmez mi? Suriye’de söylenen uzun hava Urfalıya çok mu yabancı kalır? Klasik sanat müziğini bir Ermeni dinlemez mi? Çoğunun ozanı dahi belli olmayıp anonim deyip geçilen türküler ulusal değildir, ulusal olan marşlardır. Birincisi insanları birleştirir ikincisi ayırır.
Bir ulus için kültür birliği arayanların sonuçta bulabileceği yegane şey ulus-ötesi/dışı bir kültür birliğidir. İşte bu yüzden ulusal kültür birliğinin muhtevası ve temelleri ulusçular tarafından gündeme getirilmez, tartışılmaz, sadece birliğin ulusal olarak var olduğu söylenir ve geçilir. Fakat kültür birliği ulusçuların çizdiği ulusal sınırlara sığamaz, ne top-tüfek dinler ne de dikenli tel-pasaport, onları aşar gider.
Komşularımızla kültürel benzerliğimizden çok birliğimiz vardır. Yüzyılı aşkın bir süredir bütün ulusçular farklı “ulusal” kültürler yaratma gayreti içinde olmuşlardır. Yaratmak için ne yazık ki pek çok kültürel unsur ve kültürlerin kendisi yok edilmiştir. Ulusçuların bu çabasına rağmen ziyaret ettikleri komşu ülkelerde yaşayanlarla aralarında kültürel bir benzerlik olduğunu yakalayanlar aslında geçmişte hiç de ulusal olmayan kültürel birliğe rastlamış olmaktadırlar. Yememiz içmemiz, oturup kalkmamız, kahvehanemiz meyhanemiz, evlerimizin içi, sohbetlerimiz hiç mi bir Arap’ın, Acem’in, Ermeni’nin, Yunan’ınkine benzemez? Evlerimizde İran halısı yok mudur, Yunanistan’da tek bir Kütahya çinisi bulamaz mıyız? Bunun farkında değillerdir, ama kültürel birliğe ait unsurlar kendi evinde dahi varlığını –belki de onun sayesinde– korumuştur.
Bugün Türkiye’deki pek çok şehir ismi Türkçe değildir. Kiraz örneğinde Giresun’dan bahsetmiştik, devam edelim; Sinop (Sinope), Bursa (Prusa), Trabzon (Trapezuz-dikdörtgen), Antalya (Attaleia), Amisos (Samsun), Manisa (Magnesia-Mıknatıs), ve daha bir çok örnekte şehir isimleri Yunanca ya da öncesi Anadolu uygarlıkları dillerindedir. Kastomonu, Latince castrum-castrium (kale) kökünden gelir. Burgaz Ada, Lüleburgaz, Atburgazı, Tuzburgazı örneklerindeki “burgaz” Yunanca pirgos sözcüğünden gelir ve kale anlamındadır. Tekirdağ, “Tekfurdağı”dır. Tekfur (tacı olan), Ermenice bir sözcüktür.
Kültür birliği halen varlığını korumaya devam etmektedir, ama yine de “kaytan bıyıklı Türkler” kendilerini Türklükten aforoz edilmiş bulabilirler: Kaytan, ip-urgan anlamında Yunanca bir sözcüktür. “Pos bıyıklılar” da Farsça bıyık (gür, dolu) kullandıklarını bilmelidirler. Kimseye “moruk” demeyin, Ermenice sakal. Kilidi açarken (kilidi-Yunanca), kepengi (kepeng-Ermenice, kilitten) indirirken kültür birliğini yaşattığınızı unutmayın.
“Eşeği merteğe bağlamak,” ya da “elifi görse mertek sanır,” gibi atasözleri asla herhangi bir ataya işaret etmez, anonimdir: Mertek, direk/kütük anlamında Ermenice. “Pot kırar” ya da “madik (serçe parmağı) atarsanız,” bunlar da Ermenice, “katakulli” Yunanca. Polis ve namus (nomos) da Yunanca sözcükler.
Çarşamba, perşembe (cıhar-dört, penç-beş, şembe-gün) ve pazar Farsça, cuma Arapça.
Tavla oynayan Türkler sayıları Türkçe değil Farsça sayarlar. Satranç zaten bir Acem oyunu. Bütün dünyaya İran’dan (Pers) yayılmıştır. Bugün pek çok ülkede satranç ligleri vardır ve dünya şampiyonası da yapılmaktadır. Fakat tavla ya da satranç oynadığından dolayı asimile olan da yoktur.
Korku birliği
Ulusçu, daima başka kültürlerin etkisinden dolayı ulusun asimile ve yok olacağı endişesini taşır ve bunun korkusunu “ulusa” aşılar. Aslında, tek tek insanlar ne kadar bu korkuyu benimser ve bununla yaşarsa o oranda bir ulusu oluşturmuş sayılırlar. 1923 öncesinde insanlar yüzyıllardır kebap yiyordu, ve ulusçular bu insanları asimile olmamış bir halde bulup “siz bir ulussunuz,” dediler. Bunu dedikleri andan itibaren de “kebap yerseniz,” ya da “başka kültürlerin etkisi altına girerseniz, bozulur ve asimile olursunuz,” korkusunu dolaşıma soktular. Kısacası asimile olmamışlardan ulus yaratılır ve bu ulus artık asimile olma tehlikesi altına girer. Bu kurgu içinde çelişki barındırıyor olmakla nitelendirilemez, saçmadır. Fakat yarattığını korumak Allah’a mahsus değildir. Ulusçunun koruduğu kendi yaratımı olandır, kültür birliği değil.
Eğer illa ki bir asimilasyon aranacaksa, bu, ulusal bir kültürün yaratımı uğruna ulus-dışı kültürel birliğin her bir unsurundan, hatta bu kültürel birliğin kendisinden başkası olamaz. Tam da bu noktada “asimilasyon” yerine “imha”dan söz etmek daha yerinde olur.
Kuşkusuz, yine de kebap yemenin bazı sakıncaları vardır: Örneğin kalp ve damar sağlınıza zarar verebilir. Fakat beslenme yoluyla ulusal kimliğin sıhhatinin bozulacağını iddia etmek, -bunun ulusçunun kendi kendisini aşağılaması anlamına geleceğini bir kenara bırakalım- en azından ulusal kimliğin kendisinin, öyle zannedildiği kadar sağlam bir bünyeye sahip olmadığını itiraf etmekten başka bir anlama gelmez.
Doğrusu, yaratımı sırasında bu bünyenin, iddia edildiği kadar saf kalması mümkün olamazdı ve yazıda gösterilmeye çalışıldığı gibi olmamıştır da. Dolayısıyla yaradılışından gelen sorunlarla maluldür. İşte bu sorunlar ve bir yaratım, icat olmasından ötürü ulusal kimlik, ezeli olmayıp -tam da bu yüzden- ebediyen de payidar kalamayacağı şüphe ve korkusunu bir alınyazısı gibi taşımak zorunda kalır. Bu şüphe ve korku, ne ile beslenirse beslensin sonuçta sadece kin kusabilir.
[i] Josef Stalin, Marksizm ve Ulusal Sorun ve Sömürge Sorunu, Sol Yayınları, Mart 1990, sf;15.
[ii] Aynı soydan (etnik köken, ırk) olma koşulu ise kimileri tarafından tanıma dâhil edilmekte, fakat ABD gibi bariz örnekler dolayısıyla, kimileri tarafından da tanımdan çıkarılmaktadır. Nitekim Stalin de İtalyan ve Fransız örneklerine dayanarak soyun koşul olamayacağını belirtmiştir. A.g.e, sf; 11-12. Soy koşulu genellikle olumsuz bir anlam ifade edecek şekilde “etnik milliyetçiliğe” özgü olarak kullanılmaktadır. Fakat yine de ulus-devletler soy vurgusu yapmaktan kaçınmazlar. Örneğin Hırvatistan Anayasası tamamen bir Hırvat soyuna vurgu yapmaktadır. O dönem çok popüler olan ve uygarlığın kurucusu olarak kabul edilen Yunan uygarlığına, Avrupalı bir soya gönderme olarak, ABD’nin kuruluşu sırasında Yunancanın resmi dil olması gündeme gelmişti. TC Anayasasına göre “vatandaşlık bağıyla bağlı olan herkes Türk’tür,” Türkiyeli değil.
[iii] Herkül Milas, Yunan Ulusunun Doğuşu, İletişim Yayınları, sf:19-20.
[iv] Sanılanın ve iddia edilenin aksine bir ulusçu ulusu, “öteki”ne göre tanımlamaz. Aksine önce yaratmaya çalıştığı ulusu tanımlar ve “öteki” kavramı daha sonra tanıma ithal edilir, ama tanımı güçlendirmek için değil, ulusu saflaştırmak ve bu yolla güçlendirmek için. Ernest Gellner, Uluslar ve Ulusculuk, İnsan Yayınları 1992, sf;28. “Öteki” kavramı sadece “başka”sını tanımlamaya yarar, “biz”i değil. Elmayı tanımlamak için, “armut, portakal, vişne vb. değil,” demek elmayı tanımlamaz.
[v] Sözcüklerin anlamları ve kökenleri hakkında Meydan Larousse Ansiklopedisi ve İsmet Zeki Eyüboğlu’nun Türk Dilinin Etimoloji Sözlüğü’ndeki (Sosyal Yayınlar, Mayıs 2004), ilgili maddelerden yararlanılmıştır.
[vi] Meydan Larousse’ın ilgili maddesinde; bundan 100 yıl (ansiklopedi 1972 baskısı) önce İstanbul’da bir Yahudi kızının kaşar (kaseri) peyniri yapığı ve lezzet uzmanı bir hahamın onayını aldığı bilgisi yer almaktadır.