Öykü: Sessizliğin içindeki fısıltılar | Okay Taşlı

Mart 6, 2025

Öykü: Sessizliğin içindeki fısıltılar | Okay Taşlı

Yağmurlu bir Nisan sabahıydı. Deniz kenarında, ufuk çizgisine nazır küçük bir sahil kasabasında, insanın içine işleyen o usul usul çiseleyen yağmur damlaları, her şeyi farklı, bir o kadar da hüzünlü kılmıştı. Kasabanın dar sokaklarında yürürken, adımlarımda sanki geçmişin, hatıraların yumuşak yankıları duyuluyordu. Her sokağın köşesinde bir hikâye, her kapı ardında bir sır saklıydı.

Ben de o gün, kendimi bir yabancı gibi hissettim; hem kasabanın dar sokaklarında, hem de içimde fırtınalar kopan anılar arasında. Deniz kıyısına vardığımda, denizin sesiyle iç içe geçmiş o sessizlik, ruhumun derinliklerinde unutulmuş fısıltıları uyandırdı. Bir zamanlar bu koyda, gençliğimin serin rüzgârlarına ve umut dolu yarınlarına dair hayaller kurmuştum. Şimdi ise, her dalga kırıldığında, bir zamanlar yaşanmış ve artık sadece hatıralarda kalan bir sevdanın izlerini görüyordum.

Kıyıdaki eski balıkçı tekneleri, tuzlu suyun ve geçmişin kokusunu taşıyordu. Bir tanesi, denizin alacakaranlık yüzüne nazır usulca salınırken, üzerindeki yosun tutmuş tahta, yılların yorgunluğunu anlatır gibiydi. Deniz kenarında yürürken, dalgaların kıyıya vurma sesiyle, kendimi çocukluğumda, annemin elini tutarak plajda yürüdüğüm o günlere götüren bir zaman tüneline girmiş gibi hissettim. O günlerde dünya, masmavi deniz ve bembeyaz köpüklerle sınırlı, her şey öylesine saf ve masumdu.

Yürüyüşüm sırasında, küçük bir balıkçı dükkânına rastladım. Dükkânın önünde, pencerenin hemen kenarında, eski püskü bir sandalye vardı. Sandalyenin üzerinde, hafif nemli ahşabın çıkardığı hışırtı, bana bir zamanlar burada yaşanmış sohbetleri, dostlukları hatırlattı. İçeri girdim; dükkânın havası, tuzlu deniz kokusu ve eski balıkçıların tereddütlü gülüşleriyle doluydu. O an, her nesnenin, her köşenin, her damla yağmurun bir hikmet taşıdığını düşündüm.

Dükkânın sahibi, yaşlı bir adam, yüzündeki kırışıklıklar kadar bilge bir bakışa sahipti. Sessizce çayını yudumlarken, denize dalgaların nasıl vurduğunu izliyordu. Onun gözlerinde, yılların getirdiği hüzün ve denizin derinliklerinde saklı bir umut vardı. “Bu deniz,” diye mırıldandı, “her dalgasıyla bir öykü anlatır, her köpüğüyle bir sır saklar.” Sözleri, sanki doğanın kendisinden fırlamış gibiydi; basit ama bir o kadar da anlamlı.

Çayımı yudumlarken, kalbimde hafif bir melankoli dalgası yükseldi. Düşündüm de, bu kasaba, bu deniz, her şey ne kadar da geçiciydi. İnsanlar gelip geçiyor, deniz dalgaları gelip geçiyor; ama geride kalan, her şeyin özündeki o sükûnet, o kırılganlık… O anda, içimde var olan yalnızlık, aslında paylaştığım bir yalnızlıktı. İnsan kalbi, en derinlerinde hep biraz yalnızdı; tıpkı denizin, sonsuzluğunda sakladığı o belirsiz, ulaşılmaz sırlar gibi.

Dükkânın sahibiyle uzun bir sohbet ettim. O, bana gençliğinden, kaybettiği aşklardan, denize aşık olma hikayelerinden bahsetti. “Bir zamanlar,” dedi, “bu koyda, dalgaların öptüğü bir kumsalda, sevda şarkıları söylerdik. O günler, insana inandırırdı ki, deniz bile bir aşka can atardı.” Sözleri, bana geçmişin ne kadar kırılgan ve narin olduğunu hatırlattı. Her an, bir ömür boyu sürecek kadar değerli, ama aynı zamanda da sonsuz bir akışın parçasıydı.

Gün ilerledikçe, yağmur hafifledi. Bulutlar aralanmaya, mavi gökyüzü kendini göstermeye başladı. Fakat bu aydınlık, içimdeki hüzünle karışık bir umut bırakıyordu. Doğa, her daim kendini yeniler; tıpkı insanın içindeki umut gibi. O an, denizin dalgalarında kaybolan eski hatıralarım, yeniden can buldu; her dalga, bana hayatın akışında bir kez daha yeni bir başlangıcın mümkün olduğunu fısıldıyordu.

Kasabanın sokaklarında dolaşırken, her köşede yaşamın izlerini gördüm. Bir köpek, yağmur altında neşeyle havlarken; çocuklar, su birikintileriyle oynarken, yaşlılar, pencere kenarından geçip gidenleri izlerken… Her biri, hayatın o sessiz melodisini oluşturan notalardı. O an anladım ki, hayat, tıpkı deniz gibi; bazen sakin, bazen çalkantılı, ama her zaman bir anlam taşıyan bir akış.

Akşamüstü, kasabanın küçük bir sahil kafesinde oturdum. Cam kenarındaki masamdan, denize bakan ufuk çizgisine dalıp gittim. O an, insanın içindeki yalnızlık, bir yandan da varoluşun getirdiği huzurla karışıyordu. Bir fincan kahve eşliğinde, geçmişin hayalleriyle, geleceğin umutları arasında gidip gelen düşüncelerim vardı. Kafenin penceresinden süzülen hafif esinti, sanki bana, “Her şey geçer, her acı diner” dercesine yumuşak bir tını yayıyordu.

Gecenin alacakaranlığında, kasabanın sokakları yeniden sessizliğe büründü. Yıldızlar, denizle yarışır gibi parıldarken, ben de o sessizliğin içinde, her bir yıldızın ardında saklı olan öyküleri hayal ettim. Her bir yıldız, bir hayatın, bir aşkın, belki de bir vedanın simgesiydi. İçimdeki sessizlik, denizin ve yıldızların sesiyle birleşerek, bana hayatın en gerçek, en saf halini fısıldadı: Geçicilik.

O akşam, kasabadan ayrılırken, içimde hafif bir burukluk vardı. Belki de her gidiş, yeni bir başlangıcın habercisiydi. Sanki, denizin tuzlu suları, hayatın acı ve tatlı anlarını bir arada barındıran o eşsiz melodiyi tekrar tekrar hatırlatıyordu. Kalbimde, o gün yaşadığım her anı, her sohbeti ve her sessiz çığlığı saklamak üzere, küçük bir hazine olarak taşıyordum.

Dönüş yolunda, gece yarısına doğru, kasabanın dar sokaklarında yürürken, sanki her adımımda yeniden doğduğumu hissediyordum. Çünkü bilirdim ki; hayat, tıpkı deniz gibi; her dalgasıyla bir hikâye anlatır, her kıyısında yeni umutlar yeşertir. Ve ben, o hikâyelerin bir parçası olarak, içimde taşıdığım tüm kırılganlık ve umutla, yeniden yoluma devam ederdim.

edebiyathaber.net (6 Mart 2025)

Yorum yapın