Son on üç yılda basılan yeni roman sayısı, önceki seksen yılın tamamında basılan yeni roman sayısını geçince, bir anda hiç beklemediği bu gelişmeyle karşı karşıya kalan edebi çevrelerde, içinden çıkılamayan bir tartışma da başlamış oldu: “Yeni isimlerin gün be gün artması, uzun vadede edebiyatı olumlar mı, zarar mı getirir?”
Semih Gümüş, Orhan Pamuk gibi söz sahibi isimlerin bazıları etkinin pozitif yönde olacağı görüşünde. Oysa yine Orhan Pamuk’un İstanbul kitabında anlattığı hatırası konuya başka açıdan da bakılabileceğini gösteriyor: Mühendislik fakültesindeki eğitimini yarıda bırakarak kendini tamamen sanata vermek istediğini açıkladığı zaman annesi Şeküre Hanım, sözün gelişi Fransa’da olsa bu seçimiyle itibar göreceğini ve mutlu yaşayabileceğini, buradaysa işlerin bambaşka işlediğini söylüyor Pamuk’a. Oğluna kızgındır Şeküre Hanım; mesleğini kazanmasını sağlayacak eğitiminden vazgeçmesine içerliyor ve burada sanatı seçen kişinin sonunun ya meyhane ya tımarhane olacağını anlatarak oğlunu bin bir çabayla kararından vazgeçirmeye çalışıyor.
Oldukça anlaşılır bir tutum Şeküre Hanım’ınki. Gerçekçi her şeyden önce, zamanın algısıyla bağıntılı. O yüzden sorulması gereken ilk soru, “buralarda” henüz sanatçıya/romancıya karşı bakış açısında bir değişiklik yokken, insanların roman yazmaya hevesinin nereden doğduğu.
Tutup istatistik vermeye sanırım artık gerek yok; hepimiz yaşadığımız, çalıştığımız, gezip tozduğumuz çevreden aşinayız ki okumuyoruz; okuyanların çoğu da otobüste, uyumadan önce, yani boş zamanlarında vakit geçirmek adına okuyor, seçici olmadan, gelişigüzel, palas pandıras. Özellikle genç neslin iyi okuma konusunda eskiye göre daha yerli yerinde işler yaptığı ve bilinçli olduğu su götürmez olsa bile, yine de açık çok büyük, derin, mesafe uzak; sayı ve kalite, gerçek okuma disiplini oluşturabilmek için yeterli değil.
Gerçek anlamda okuyan, iyi yazar ve metinlerin hakkını veren okur sayısı az olunca, edebiyatın ana eğilimini de niteliğe dikkat etmeden okuyan daha büyük çevre belirliyor: Çünkü iyi bir yazarın tanınması ya da iyi bir metnin göz önünde bulunması için kriterleri zayıf fakat sayıca fazla olan okur grubunun da ilgisini çekmesi gerek; neredeyse hiçbir yayınevi satamayacağı kitaba yatırım yapmaz. Yani yayınevlerinin büyük bölümü genel eğilimin isteğine göre kitap yayımlar, popülist kitap gerçekten okuma disiplinine ulaşamamış genel eğilimin takdirini kazanır, eleştirmen kitaba olması gereken kriterler yerine ters düşmek istemediği genel eğilimin yaklaşımına göre puan verir; içi boş kitap övülür, yüceltilir ve satılır: Herkes mutludur. Mutlu olmayan yalnızca, edebiyatın değer algılarına uyan metinleri takip eden okur kitlesidir: Böylesi boş övgülerle yüceltilen metinler karşısında nispeten suskun kalınan, belki yazarı bir köşeye itilen yahut yeni baskıları yapılmayan kaliteli metinleri düşüne düşüne içi acır, üzülür. Oysa içten içe de bilir ki popülist metnin ve yazarının havası kısa süre içinde sönecektir: Hakiki edebi metnin ve yazarın peşinden giden okur alabildiğine sadık, dikkatli ve güçlü hafızalıdır; bu kitlenin değer verdiği yazar ve metin belki çok satmaz ama kolay kolay unutulmaz; genel eğilime göre hareket eden büyük çoğunluktaki okursa ne sadıktır ne dikkatli, o anki atmosferde yankılanan yüksek sesler kısılınca kitaba ve yazara sırtını döner, çılgınca reklamları yapılıp satış rekorları kıran kitabı ve yazarını büyük bir mutlulukla, hiç var olmamış gibi unutur.
Bu unutuş, zaten suya yazar gibi yazılan metinlerin kaybolmasında çok fazla sorun teşkil etmese de bir türün kaybolmaya yüz tutması noktasında iç burkuyor. Sözgelişi şiir: Gerçek edebiyat okuru zamana direnecek bir şiirin oluşturulabilmesi için dili mükemmel derecede kullanma yetisine, yaşananları farklı açılardan görebilme zekâsına, sayfaları satırlara sığdırabilecek düşünsel altyapıya ihtiyaç duyulduğunun farkındadır. Oysa “buralarda” süreç farklı gelişti: Kalite kaygısı göz etmeyen okur kitlesi alt alta yazılan iki dizeyi aforizma, kafiyeyi imge sanınca yakın edebiyat tarihinde dişe dokunur şair sayısı gitgide azaldı; çarkın içine giren metinler önce büyük ve yepyeni şeyler söylüyor sanıldı, yayınevleri bastı, eleştirmenler alkışladı ve aslında şiir sanatıyla hiç ilgisi olmayan, kendi acılarını, aşk kırgınlıklarını, iç sızılarını büyük bir zevksizlikle dile döken “her üç kişiden beşi” şair olduğunu ve yazdığı/karaladığı (adına ne derseniz deyin) sözcük yığınlarını şiir sandı.
İşin ironisi, bu şairimsilerin kendi ayaklarına da kurşun sıktıklarını görememeleri: Kendilerinin de dahil olduğu bu yok etme sürecinde, şiiri ayakta tutacak olanın edebiyat zevki yüksek ve hafızası sağlam olan az sayıdaki okur olduğunu fark edemediler. Malum: Günceli genel eğilim, sürekliliği genel eğilimin dışındakiler belirler. Doğan Hızlan, bir dergi editörünün, kendilerine yayımlanması için gelen eser sayısının bin, dergi satışının ise yüz civarında olduğunu söylediğini yazmıştı. Şairimsiler okumuyor, gelişmiyor, şiirin sanat yönüyle ilgili oldukları için değil, yalnızca göz önünde olmak için yazıyorlardı: Dolayısıyla şiire olan algıyı sarstılar, kendileri, yaptıklarının ne şiir ne sanat olduğunu gördüklerinde bu adayı terk ettiler, onlarla birlikte varlıklarına her şeyden çok ihtiyaç duyan yayınevleri de. Bugün pek çok yayınevi, artık hiç şiir kitabı basmıyor, kendilerine başvuran genç şairlere ise birkaç ulusal ödül almak gibi zor şartlar koşuyor. Yanlış anlaşılmasın: Bu güç şartları yerine getirmek şiirlerin yayımlanabilmesi için yeterli değil, ancak böylece değerlendirilme aşamasına geçebiliyorlar; çoğunun nihai akıbetini tahmin etmek güç olmasa gerek. Sonuç: Şiiri sırf yine şiirin kendisi için yapmaya çalışan çok az sayıdaki şair kitaplarını yayımlayamıyor, genç şairler bazı dergilere, birkaç ödüle sıkışıp kalmış durumda. İşleri eskisinden de zor: Hem “şairimsi”lerin bıraktıkları enkaz anlayışını tersine çevirmek hem de şiirlerini yazmak, böyle bir ortamda, kıyıya köşeye sindirilmiş gerçek okuru bulmak zorundalar.
Kuşku yok ki bu vandalizm, günümüzdeki modern insanın talan doğasının bir sonucuydu ve hız almadan yoluna devam edecekti. Etti de. Herkesin yazabildiği “şiir” yine herkesin ulaştığı gazete sayfalarında ifşa edilecek derecede basitleştirilmiş, meta haline getirilmişti; artık yok etme arzusunu doyuracak yeni bir adaya ihtiyaç vardı, bulundu: Öykü.
Bir kuşak, öyküyü adamakıllı bir seviyeye yükseltmiş ve tür olarak saygınlık görmesini sağlamıştı. Sait Faik, Bilge Karasu, Ahmet Hamdi Tanpınar, Tomris Uyar, Füruzan, Vüs’at O. Bener gibi yazarlar, henüz piyasa mantığı çerçevesinde dönmeyen öykü türünün değerini, çok daha revaçta olan romana yakınlaştırmış, zaman zaman üzerine çıkarmışlardı. Belki de tehlike de buradan kaynaklandı: öykü, nispeten kendi kabuğunda fakat para, şöhret gibi çorak beklentilerin uzağında düşünen, yani ona değer veren isimlerin elinde, kendi kendisi için yapılan bütün işler gibi yükseldi: Bu sayede, şiiri tüketen anlayış için yeterli düzeyde çekiciliğe ulaşmış oldu.
Kimi edebiyatın kazanç kapısı olabileceğini düşünen kimi biraz olsun dergilerin, gazetelerin ucunda kıyısında görünebileceğini, bir kez görününce de varoluşunun bütün sırlarına ulaşacağını düşünen genel eğilim tutup bu kez öykü yazmaya koyuldu. Yine aynı süreç işledi: Öykünün kendi içindeki sistematiğe uyulması, belirli kriterlerin ön plana alınması göz ardı edildi; yazmanın her şeyden önce disiplinli ve dikkatli bir çalışma süreci olduğu ıskalandı ve maalesef herkes öykü yazabileceğine inandı, bu inançla yazdı, daha sonra herkes, “herkes” sıfatının içine girdiğini bile fark edemeden “artık herkesin öykü yazdığını” söyleyerek öyküyü küçümsedi.
Neyse ki Cemil Kavukçu’nun değeri yüksek metinlerle biraz olsun nefes aldırdığı öykü yakın zamanda Murat Gülsoy, Ahmet Büke gibi genç yazarlara tutunabildi, öyküye değer katan dergiler ve onların çalışmaları görünürlük kazandı; deforme oluş şiir kadar keskin değil. Yine de öyküyü kolay yazılabilir bir tür olarak gören yaklaşımın, tıpkı şiirde olduğu gibi, yetenekli ve sanat beklentisi yüksek öykücülerin hızla yolunu kestiği gün gibi ortada. Son dönemde, kısa olmasına karşın daha zor olduğu muhakkak olan minimalist öykü kabuğuna da sarılan genel eğilim, “Kapıya çıktım ayakkabılarım ıslanmıştı.” türünden anlamı belirsiz tek cümlelerle “öykü” yazmaya hız verdi. Sonuç olarak, Yekta Kopan’ın öykü yazdığını duyan iş arkadaşlarının “Olsun, onu da yazanlara ihtiyaç var.” küçümseyici sözlerine zemin hazırlayacak algı da kuvvetlendirilmiş oldu ve yazmayınca çıldıracağını söyleyerek masal tadında metinler yazanlar, geldiklerinden ne daha az ne daha fazla delirmiş vaziyette, kırıp döktükleri bu adayı da çarçabuk terk ettiler.
Elbette kimse yazmasın, edebiyat bulduğu yatakta kendince ilerler demek değil bu, aksine böylesi söylemde bulunmak edebiyatın özüne ihanet eden bir dekadanlığa yol açmak olur; edebiyatın yaşayabilmesi adına sürekli kendini dönüştürmesi, genç ve yeni yazarların durağı olması gerek. Eleştirinin özünde, edebiyatı çok da ciddiye almayan, her kelimesini sihirli bir yeniden yaratım sanan ve şöhret, kazanç, kendini gerçekleştirebilme gibi arzularla dolu genel eğilimin edebiyatı araç olarak kullanması ve her şeyden önce bu doğrultuda, o türün itibarını zedelemesi yatıyor. Tabii ki yazmaya ilk başlayanlar hata yapacak, belli noktalarda zayıf kalacak, belki de kayda değer metinler üretemeyecek: Önemli olan bunun üstüne gitmek, sürekli çalışmak, edebiyatla yaşamak ve kendini geliştirmeye çalışmak.
Buradan hareketle başa dönecek olursak: Bir istatistik ortaya koyuyor ki ilk romanını yazanların neredeyse tamamı, muhtemelen ilk romanda umduğu başarı ve beklentiler karşılanmayınca sonrasını getirmiyor. Tek romanlık deneme, ya tutarsa ihtimali, edebi Vandalizm. Elde kalan, yılda yayımlanan yüzlerce roman arasında belki bir iki tanesi, çoğunlukla da hiçbiri.
Korkum o ki şiirde ve öyküde istediğini bulamayan genel eğilim, bu hızla romanı da kendi yapısından uzaklaştırıp sığlaştıracak, basitleştirecek, darmadağın edecek. Besbelli onlar kendilerine edebiyatın dışında, kazanç ve eğlence ve hobi gözüyle baktıkları ve yok olduğunda dönüp arkalarına bile bakmayı umursamayacakları yeni adalar bulacaklar. Peki ya “buraların”, buralar olmazsa tutunamayacak kadim müdavimleri… Onların elinde yaşayabilecekleri başka ada kalacak mı?
Tekin Budakoğlu – edebiyathaber.net (30 Mayıs 2013)