Öykü: Resimdeki bulut | Ayça Kortan

Mart 25, 2025

Öykü: Resimdeki bulut | Ayça Kortan

En sevdiği şey mum boyalarla resim yapmaktı. Bastıra bastıra. Rengarenk. Evler, kuşlar, gökkuşağı, güneş, anne, baba, hayalindeki her şey. Kâğıdın beyazı hiç görünmesin istiyordu. Sayfa onun boyadığı gibi değişsin, boyayla ağırlaşsın. Görünenler kadar gizlenenler de vardı resimlerinde, yalnızca onun gördükleri.

Pınar’ın resim yaptığı bir pazar günüydü yine. İsmet Hanım, hafta sonları bu kenar mahalleye eşinin şoförlüğündeki büyük arabalarıyla sırf bu iş için geliyordu. Her pazar günü konkenden dönerken uçları çıkmak üzere olan bordo upuzun tırnakları, dudağında artığı kalmış siyah ruju ve sırtından yere kadar inen uzun tilkisi eşliğinde uğradığı bir evdi burası. Kürkünü omuzlarına alıyordu, çünkü böyle karşı tarafın altından kalkamayacağı kadar ağır bir hava verdiğini düşünüyordu. Kim kime borçlu, kafalar karışıyordu. Parmakları kamçı gibiydi, tıpkı burnu gibi. Boyu tabii ki uzundu, bu resimde aksini hayal etmek olamazdı. Koltuğunun altına sıkıştırdığı kendinden büyük klipsli, ışıltılı bir çantası vardı. İçi rastgele tıkıştırılmış parayla doluydu genellikle. Keyfi onun doluluğuyla doğru orantılı değişiyordu. Nihayet bahçeli evin zilini çaldı.

Gelişi dört gözle beklenmeyen, biraz kenara sıkışmışlık havası sezilen bu evde Et Balık Kurumundan malulen emekli kasap Sıtkı Bey, kayınvalidesi Saniye, hiç evlenmemiş kız kardeşi Özgür ve üç kızıyla oturuyordu. Sıtkı Beyin sesi, hevesi eşinin yıllar önceki ani ölümüyle bir yerlere kaçmıştı sanki.  Lisedeki kızlarının dersleri boykot edip, salonda devam ettirdikleri yüksek sesli bilinçlendirme provaları, bu bahçeli evin hiç dinmeyen sesleriydi. Alt katta kiracı bir aile vardı. Terzi Kevser ve kızı, bir de eski eş gölgesi.  

Evin sokağa açılan buzlu camlı kapısı, alışılmışın aksine dışarının içeriye sızmasına engeldi. İçeri alınacaklar listesi güya anneannenin inisiyatifindeydi. Düzen ondan soruluyordu. Pek soran da yoktu. Kimse farkında değildi. Temizlik, yaprak sarması, çamaşır, bulaşık, genel idare gibi lüzumsuz işler onun daimî göreviydi, doğuştan.

İsmet Hanım hep hole buyur ediliyordu. Zaten salonu merak bile etmiyordu.  Çift taraflı mesafenin iyi olacağı düşünülüyordu. Bu bir alışveriş buluşmasıydı. Kısa bir hoş beşten sonra konuya giriliyor, sipariş teslim ediliyor, cüzdan açılıyor, borç ödeniyor ve buluşma sonlandırılıyordu. İsmet Hanım bir elinde torbadaki ganimeti, diğer elinde koca cüzdanıyla, tilkisinin korumasında evin önünde motoru bile durdurulmadan bekleyen arabasına dönüyordu. Taraflar memnun görünüyordu. Bir kişi hariç, belki iki kişi, hatta üçten çok.

            En çok Pınar, sıkılıyordu bu buluşmadan, ama düşüncesi hiç sorulmuyordu. Bütün plan onun üstünden, onun “iyiliği” için işliyordu. Niyetler ve düşünceler için için ilerliyordu. 6 yaşındaydı henüz. Annesi, onun doğumu sırasında ölmüştü. Evdeki kadınlar ve baba, bildiklerince, inandıkları ve öğrendikleri gibi bu evin en küçüğünü hayata hazırlamaya çalışıyorlardı. Ya da hayat kendine uygun bir malzeme bulmuştu.

Özgür Hala, evinde terzilik yapan kiracı Kevser’e “yardım” ediyordu. Destek için başlasa da artık model, kesim, omuz oturtma, teyel atma, prova onun esas işi olmuştu. Müşterileri arasında hep ceket diktiren öğretmenler ağırlıktaydı. Henüz o dönemlerde tayyör seviliyordu. Giysi ciddiyetin tamamlayıcısıydı. Rol çaldığı da oluyordu.  Etrafındakilerin hayatlarına da teyel yapıyordu, kimse anlamıyordu. Modelleri araştıran, zamanında biriktirdiği Burda dergilerinden kendince uygununu belirleyip, kime neyin yakışacağına karar veren, herkesi yöneten oydu. Eliyle koymuş gibi kimin neye ihtiyacı olduğunu ya da olmadığını biliyordu. Mahallelinin taktığı “evde kalmış” lakabı yıllar sonra “teyele fısıldayan kadın”a dönüşmüştü. Çok yoğundu.

Bu eve İsmet Hanımın da ilk gelişi terzi Kevser’e etek diktirmek içindi.  

Bir arkadaşının tavsiyesiyle bulmuştu bu adresi. Sonra hayallerini onlara sipariş vermeye başlamıştı. Önerileri, kendi fikriymiş gibi sahiplenmek onun işiydi. Okuldaki yeni havasının çoğunu bu ceketlere borçluydu. Mahalledeki bir ilkokulda öğretmendi. İlk gördüğünde Pınar henüz 5 yaşındaydı.  Bahçeli evin arka kapısından kırmızı çantasıyla çıkıp, ön kapısından girmeyi seven, evcilik oynayan neşeli bir çocuktu. Zili çalıp okula geldim diye geçiveriyordu içeriye. Her gün bıkmadan usanmadan aynı oyunu oynuyordu. Okulu çok seveceğinden emindi herkes, yalnızca oynamayı sevdiği kimsenin aklına gelmedi. İsmet Hanım, “Getirin çocuğu, kayıtsız sınıfıma alayım” dedi. Uydular onun aklına, baba zaten sorgulamayı unutmuştu. Sonrasında Pınar’ın Hocanımı elindeki kırmızı dev elmayla resimlerine sokmasını kimse fark etmedi.

Okula başladı, hiç sevmedi. En başta eğlenceli değildi. İsmet Hanım çok uzundu, sınıftakiler de çok büyük. Diğer çocuklar neredeyse çabucak gözü kapalı okumaya, hatta kimseyi inandıramasa da tersten okuyup, yazmaya geçtiler. Pınar’sa yazılmayanları okumaya çalışıyordu. Evde anneanne dışında pek dinleyeni yoktu, onu da diğerleri dikkate almıyordu.

 O bu küçük dünyasında sıkıntıyla “sökme” eylemini çözmeye çalışırken, ülkede de başka sıkıntılar başlamıştı. Et bulunmayan yıllardı. Kuyruklar herkes içindi, neredeyse herkes için. Pınar’ın öğretmeni de şanslı azınlıktandı.  Sıtkı Bey’in Et Balık Kurumundan bir kesim sırasında iş kazası geçiren emekli bir kasap olduğunu öğrenen Hocanım, harekete geçmişti.  Personelin her hafta et hakkı olduğunu duymuştu. Çok çekinerek bu hakkı satın almak istedi. Sonra az çekinerek yine istedi. Ve bir daha… Önce Kevser’e açtı konuyu, o da Sıtkı Beye. Öğretmenin talebini kabul etti Sıtkı Bey.  Bu talep her hafta karşılanmaya başlandı. Pazar günleri kumar dönüşü sipariş teslim ediliyordu. İlginin karşılığı ödeniyordu. Sınıftaki diğer çocuklara sorduğu zor soruları ona sormuyordu artık. Kolay bir toplama çıkartma yaptırıyordu. Bu genelde hafta başında oluyordu. Yüzü gülerek başlıyordu derse. Adı konmamış bir anlaşma vardı. Hafta ortasına doğru öğretmenin sıkıntısı, siniri, hırçınlığı, yorgunluğu ve sevgisizliği artıyordu. Perşembe günü kimseye belli etmeden bir kâğıt uzatıyordu. Kalem kutusuna giren bu not akşam babaya iletiliyordu. 1 kilo kıyma.1/2 kuşbaşı.1 kilo bonfile. Gereği yapılıyordu.

İsmet Hanım, sımsıkı ceket severdi. Çocuğun da zeki, çevik ve mum gibi olanını tercih ederdi. Şu sınıftaki çapaklar olmasa daha rahat hareket edecekti. Olmadık problemi en hızlı çözen çocukları seviyordu. Işıl ışıldı onlar. Geleceğin yıldızları onun sınıfından çıkacaktı. Meslek hayatında istisnalar vardı tabii. Pınar gibi. Bir seferinde Sıtkı Beylere uğradığında Pınar’ın ders dinleyemediğini, hep camdan dışarı gökyüzüne baktığını dertlenerek anlattı. Gözü hep bulutlara takılıyordu. Hoca ne yaparsa yapsın o hiç parlayamıyordu. Dikkatini toplayamıyordu bu çocuk. Oysa sınıftakiler gibi kolej sınavlarına hazırlanması gerekiyordu.  Sıkı bir ders programı yapılmalıydı ki, diğerlerini yakalayabilsin. Böyle giderse ilerisi daha da bulutluydu.

Sıtkı Bey bunları ilk işittiğinde yıkıldı. “Neyse ki emin ellerimde” cümlesiyle rahatladı hemen.  Düzelecekti kızı, inandı.

Haftalar geçti. Gözlemi arttırdığı kızı eski neşesine bir türlü kavuşmadı. “Kolej sınavlarına da girmek istemiyordu. Hep karnı ağrıyordu. Evin arka kapısından çıkıp ön kapıdan giren geveze çocuk hangi resme gizlenmişti? Güneşi örten bulutlar hangi rüzgarla geliyordu? Bilemedi bir türlü. “Coğrafyam okulda da zayıftı” diye aklından geçirdi Sıtkı Bey. Kızındaki bu içine kapanma, mutsuzluk halinin suçlusunu aramaya başladı. Ölen eşinin yokluğuna kızdı. Anneannenin bilmişliğine, kız kardeşinin yoğunluğuna, mahalleliye. İçinden çok söylendi. Derin düşünmeye başladı. Çok kişiye sordu “nerede hata yaptık?” Ablalarını doğrudan “Kardeşinizle yeterince ilgilenmiyor musunuz?” diye suçladı. Onlar “önce memleketi kurtarmak gerekiyordu. O mutlu bir çocuk diye şey yapamadık” derken kıvırdıkları belliydi. Anneanne, her zamanki gibi “ben demiştim sana!” dedi. Haklıydı. Hala, teyellere fısıldamakla öylesine meşguldü ki, Pınar’ın eteğinin dibinden ne zaman ayrıldığını fark edemediği için kendine kızdı. Kasap dostu Hayri Bey, gazeteci Nihat, fırıncı İbrahim, eski dostu zamanın meşhur pidecisi şimdinin pizzacısı Ayşe’yle beraber, “bizim kız neden böyle oldu?” sorusunun cevabı arandı mahallede. Neredeyse Pınar dışındaki herkese soruldu. Hatta öyle ki bu, günleri dolduran bir beyin jimnastiğine dönüştü. Sabah kalkıp baba koltuğuna tünüyordu Sıtkı Bey. Eline defter kalem alıp ne yaptık ne oldu da böyle oldu başlığı açıyor, aklına gelenleri sıralıyordu. Gazetede okuduğu olaylardan notlar alarak problemi çözmeye çalışıyordu. Mutlu bir köşe yastığı gibi görünen maskot kızı ne olmuştu da içine kapanmıştı?

Yine bir pazar akşamı, parçalı bulutlu bir havada baba Sıtkı Bey “tabii ya” diye yerinden sıçradı. Bu kadar araştırma onu elbette bir cevaba götürmüştü. Ancak bir sonuca varmak, mutlu olmasına yetmedi. Nasıl oldu da bunu fark edemedik mahcubiyeti onu da etrafındakileri de susturdu.

Haftalar, aylar geçti üstünden. Pınar mahalledeki ortaokula başladı. Yağlıboyayla tanıştı. Çok deneme yapabilmeyi, renkleri araştırmayı sevdi. Gerçekleri çizip boyamayı, olmazsa değiştirmeyi, uğraşmayı öğrendi. Bir öğretmeni “kızım çokça yaz” dedi. Bir başkası, matematiğin renklerini sevdirdi. Kimya dersinden hoşlanmaması kimseyi kızdırmadı. Katman katman insan girdi hayatına. Onu tanımak isteyen, dinleyen öğretmenlerle sarmalandı.

 Yine bir pazar akşam saatlerinde kapı çalındı. Gelen Hocanımdı. Cebinde babanın unutamadığı “emin ellerimde” cümlesi yoktu bu kez.  Boyu kısalmıştı sanki.  Emekli olmayı düşünüyordu. Öğretmenliğinin bu başarılı zirvesinde mezun ettiği öğrencilerinden zor ayrılacaktı ama yine de ayrılacaktı. Kocası politikaya girmeyi planlıyordu. Sistemi değiştirmek istiyorlardı. Kısa sohbetler yerini biraz daha konuşma isteğine bırakmıştı. Pınar’ın okuldaki durumunu merak ediyordu, gerekirse ders verebilirdi.

“Kızım iyi. Resim yapıyor. Yazı yazıyor.  Eski konuşkanlığı da geri geldi.”  “Nasıl? Pınar açıldı mı?” Hocanım şaşkınlığını gizleyemedi. Telefonla sipariş verdiği kontrfile, pirzola ve dana kıymasını alıp hızlıca oradan ayrıldı.  Arabada bekleyen kocasına ne anlattı hiç bilemediler.

 Baba Sıtkı Bey, o geçmiş dönemde kızını dinlemek yerine onun uzun ellerine güvendiği için en çok kendine kızıyordu.

Pınar hayatının o dönemini ilerde eğlenerek anlattı.  İsmet Hocanımın hırsını, terzi Kevser’in hayat mücadelesini, anneannesinin yorgunluğunu, halasının başarı öyküsünü, ablalarının hayallerini, hiç görmediği annesini, sessiz babasını anlamaya çalışarak boy attı. Resim yaparak, yazı yazarak kendini ifade etmeyi çok sevdi. Bu, onun umudu oldu. İsmet Hocanım da bulut oldu gitti.

edebiyathaber.net (25 Mart 2025)

Yorum yapın