Öykü: Anahtar | Erdal Güreş

Nisan 3, 2025

Öykü: Anahtar | Erdal Güreş

En sonunda yere düşüyorum. Acıdan ağırlaşan vücudum salonun parke kaplı zeminine hızlıca çarpıyor. Önce gövdem sarsılıyor, sonra başım. Doğrulup kalkmaya gücüm yetmiyor. Nefes alamıyorum. Boğazımın üstünde kara, kirli yosunlarla kaplı bir kaya parçası var sanki. Çok ağır. Zaman uzadıkça uzuyor. Göğsümde bir sızı, kaslarım tutulmuş. Vücudumun hiçbir uzvunu oynatamıyorum. Çırpınmaya mecalim yok. Ellerim yok olmuş. Ayaklarımı bulamıyor beynim. Ciğerlerim, damarlarım şişiyor anında. Burun deliklerimden sızan bir akıntı hissediyorum sadece. İlerleyip bıyıklarımı yalayıp dudağımın kenarından aşağıya derinlere doğru akıyor. Gözlerim yerinden çıkmak üzere. Ağzımı sıkı sıkıya kapatıyorum. Akan kan aşağıya insin, ne içime girsin, ne de çıksın istiyorum. Kaç zaman geçti, nasıl geldim buraya. Karanlık her yer. Dışarıdan bir yerlerden gelip kulağıma giren sesler, çok uzaktan bir yerlerden geliyorlar. Başımı hafifçe oynatıp, bir ışık aramak için zorluyorum kendimi. Boşuna. Boğazımın üstüne çöken ağırlığa gücüm yetmiyor. Bırakıyorum kendimi.

Bir el hissediyorum bir süre sonra. Önce başımı kavrıyor, sonra beni dibine kadar battığım parkenin çamurundan kurtarıyor. Dizlerime derman geliyor başıma değen elin sıcaklığıyla. Nihayet nefes alıyorum. Göğsüm hırıltıyla bir inip bir kalkıyor. Dudağımın arasından akan kanlar boynuma kadar ulaşıyor. Çırpınıyorum aniden. Toprağı susuzluktan çatlayan ağaçların damlayan yağmur sularını bedeninde hissedince bir anda canlanması gibi, tüm vücudum titriyor. Dişlerimi birbirine kenetliyorum. İnliyorum. Başımı tutan el daha sıkıca kavrıyor bedenimi. Ben geldim, yanındayım. Çoktandır duymadığın bu sesi tanıyorum. Uzun, gür sesli, genç bir adam.  Şimşekler çakıyor beynimin içinde. Kenetlenen dişlerim serbest kalıyor. Ortalık aydınlandı sanıyorum. Ne oldu böyle sana, haykırıyor, telaşlı çıkan sesi hıçkırıklara boğuluyor. Başımı olduğu yere bırakıyor. Adımlarını duyuyorum. Odanın içini telefon konuşmaları dolduruyor. Çabuk yetiş anne, diye bağırıyor, genç adam. Ellerini dizlerine vuruyor, yeniden yanıma geliyor. Dudağımın kenarındaki kanları elleriyle siliyor. Donuk gözlerime bakıyor. Işıklar yanıyor nice sonra. Aşağıdan yaklaşan siren sesleri. Telaşlı ayaklar, koşuşturmalar. Genç adamın konuşmaları. Sorulan sorulara verdiği cevaplar. Duymuyorum hiçbirini. Boğulacak gibi oluyorum. Boğulmak, boğularak ölmek en kötü ölümlerden biri, şimdi daha iyi idrak ediyorum. Vücuduma dolanan elleri hissediyorum. Çıplak, çırılçıplak sanıyorum kendimi. Yıllardır çıt çıkmayan evim, tam bir mahşer yeri. Uzanan eller beni kaldırıyor. Vücudum sarsılarak ölü bir kuş gibi sedyeye konuyor. Genç adam elimi tutuyor. Akan gözyaşlarını hissediyorum. Patlamak üzere olan yüreğim kendine geliyor. Birinin yaklaştığını hissediyorum. Gelip üzerime kapanıyor. Canım, diyebiliyor sadece. Çok içten geliyor sesi. Ayağı kayıyor merdiven basamaklarından. Çok gerilerde kalıyor. Tüm sesler tanıdık geliyor bir anda. Hem çok iyi bildiğim, az da olsa hiç bilmediğim. Hem çok eski hem çok yeni. Bina çıkışında esen rüzgâr yüzümü yalıyor. Soğuk bir esinti bu. Kollarım sedyeden aşağıya sarkmış, elimi tutan el kalabalığa karışmış vaziyette. Sedyenin, ambulansın demir platformuna konuluşu sırasında kafamı oynatıyorum son bir gayretle. Gözler camlara üşüşmüş. Düşünmekte zorlanıyorum. Karnımın deşildiğini hissediyorum. Dilim kupkuru. Kolumu oynatıyorum hafiften acıyla. Elim cebime gidiyor. Yokluyorum. Cep falan yok. Çıplaklığın tam ortasındayım. İlk doğduğum andaki gibiyim. Camlara üşüşen tüm gözleri aç kurtlara benzetiyorum. Kulakları dikili, dilleri sarkmış vaziyette beni izliyorlar. Acı hissi, sevgi ve hatta dostluk hissi birbirine karışıyor. Güneş aklıma geliyor. Dudağım aralanır gibi oluyor. Neredesin, diyorum ona.

Sanırım çok uzunca bir süre kendimi kaybettim. Gözlerimi açtığımda hiçbir şey tanıdık değildi. Beynim boştu, aklımda hiçbir düşünce yoktu. Her şey, sıfırlanmıştı, yattığım yatak, tam karşımda gözümün önüne gelen duvar, oda, perdeler, yatak, garip garip sesler çıkaran makineler, burnumun içine kadar girmiş hortumlar, başucumda sallanan serum şişesi, ayaklarım, hepsi saydam bir beyazlığa bürünmüştü. Adımı unutmuştum, ben kimdim, yatakta yatan mıydım, her şeyi, tüm objeleri ilk kez görüyordum. Dünyaya ilk geldiğim andaki gibiydim. Çıplaktım. Bu sefer mutlak çıplaktım. Fırlatılan bir taşın suya düşüşü gibi bir yerlerden düşmüştüm. Düşerken tutmuşlardı beni. Tutunmuştum. Yüzümde tatlı bir gülümseme yeniden karanlığa gömüldüm. İkinci kere uyandığımda bıyıklarımın uzayıp dudağımın arasından ağzımın içine kadar girdiğini hissettim. İnanın bana, ilk bunu hissettim. Dilimi haftalar sonra ilk defa oynatıyordum. Ne tarafa oynatacağımı bilemeden ağzımın içerisinde dolaştırıp durdum bir süre. Sıkılan dilim kendine bir yol bulup kuruyan dudağımın kenarında gezinmeye başladı. Bıyıklarımın uzayan kıllarını dişlerimle koparmaya çalışıyordum. Yanımda uykusuzluktan gözleri kıpkırmızı olmuş bir karaltı belirdi. Ayağa kalkıp heyecanla elimi tuttu. Bir yandan da yan koltukta oturan birisini dürtüp, uyandı, uyandı, diye seslendi. Uyanmıştım. Uzunca bir süre sonra ilk defa bakıyordu gözlerim. Tanıdık bir el, sevinçle elimi bir tutuyor, bir bırakıyordu.

Hastaneden dışarı çıktığımda tekerlekli bir sandalyede oturuyordum. Gür sesli, uzun genç adam tekerlekli sandalyeyi sevinçle itiyordu. Güneş gözlerimi kamaştırıyordu. İnsan kalabalığının arasından hızlıca geçip ana caddeye çıktığımızda gözlerim ileride duran kırmızılığı seçti. İçimi anlam veremediğim bir sevinç kapladı. Ona doğru yaklaştıkça ilkin arka stop lambalarını sonra arka tekerlerini gördüm. Sağ ön kapısına kadar getirdi beni. Arkamızdan elinde çantalarla koşturan bir kadın belirdi. Tanıdık bir yüz. Nefes nefese yaklaştı. Dur, dur, tek başına halledemezsin, bekle beni. Tekerlikli sandalyede oturmuş, arabanın gözlerimi kamaştıran kırmızılığını seyrediyordum. Arabamızda görmeyeli bayağı gençleşmiş, dedim. Az önce yıkattım. Dün doktor yarın taburcu oluyorsunuz dediğinde aklıma gelmişti. Bak, bende haftalardan sonra tıraş oldum, gülümseyerek çenesini sıvazladı. Her şey eskisi gibiydi, hiçbir şey yaşanmamıştı sanki. Kapılar, dedi, kadın. Kapıları açsana oğlum. Telaşla poşetleri, çantaları arabaya yerleştirdi. Genç adam alnında biriken teri elinin tersiyle silip, hızlıca montunu çıkardı. Alsana, deyip annesine uzattı.  Yanıma gelip tekerlekli sandalyeye ince bir manevra yaptırdı. Anne sen kapıyı aç. Tereddütsüzdü, tüm hareketleri önceden uzun uzun tasarlanmış gibiydi. Beni her iki koltuk altımdan kavradı, annesine de ayaklarımı işaret ederek, sen de ayaklarından tut. Zorlukla, bir şeker çuvalı kaldırırcasına beni koltuğa oturttular. İyiydi. Herkes bir ilki yaşıyordu. Tanıdık eller koltuk altlarımı kavradığında, hayata bir kere daha tutunmam gerektiğini hissettim. Araba sessizce çalıştı. Yine sessizce kimselere görünmeden İstanbul trafiğine karıştı. Genç adam bir yandan arabayı kullanıyor bir yandan da sağ eliyle omzumu sıkıyordu. Bir ara direksiyonu bırakarak elleriyle ceplerini karıştırdı. Geriye yaslanarak pantolon ceplerini arandı. Aradığı her ne ise bulamadı. Hafifçe kafasını çevirerek, anne montumun cebinde anahtarlarım olacak, dedi. Kadın arka koltukta dizili poşetlerin arasından bükülü montun ceplerini karıştırdı. Bulduğu anahtar tomarını, al diyerek, uzattı. Genç adam anahtarları eliyle yüzüme doğru salladı. İyi ki o gün anahtarlar yanımdaydı. Rabbim babamı bize bağışladı, dedi, annesine dönerek. Güldü. Anahtarları sıkıca kavrayıp bir süre avucunda tuttu. Az önce yüzüme doğru sallanan anahtarların çıkarttığı sesler kulağımda yankılanırken, ben nedense yaşamayı özlemiş bir insan gibi içimdeki kıpırtıları yüzüme yansıtıyordum. Ayaklarımı oynatamıyordum, bu doğruydu, yarımdım artık, olsundu, ama yanımda yeşil gözleriyle gülen, sürekli sağ eliyle omzumu sıkan, genç gür sesli upuzun bir adam oturuyordu. Bu yeterdi. Hatta artardı bile.

edebiyathaber.net (3 Nisan 2025)

Yorum yapın