Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim üyesi Zeynep Gambetti, bianet’teki yazısına “31 Mayıs’tan beri tivitler ve duvar yazılarında ifade bulan farklı öfke ve hayaller, bedenlerin fiziksel varlığıyla, görünürlüğüyle, direnciyle somut gerçeklik kazanabiliyor. Bir tarih yazılıyorsa eğer, bu tarihi yazan özne bedendir” diye başlıyor. Yazının devamı şöyle:
Gezi direnişinin kanlı bir şekilde başladığı 31 Mayıs’tan bu yana yaşanan sürecin bir sinir harbi olduğu kadar, bir arkadaşın deyimiyle “antidepresan” etkisi yarattığı da bir gerçek. Normalliğin tamamıyla altüst olduğu, her günün yeni krizlere gebe olduğu bu süre içerisinde coşkunun doruklarıyla üzüntünün dibi yaşandı.
Böylesi gergin bir ortamda analiz yapabilmek mesafe almayı da gerektiriyor. Oysa yaşanmışlığın hala taptaze olan anısında, direnişin kendi kadar çok boyutlu fikir tınıları sistematize edilmeden kağıda dökülmeyi bekliyor. Zira İstanbul’da, Ankara’da, Antakya’da, Urfa’da, Denizli’de her sabah uykusuzluktan büzüşmüş gözlerini ovuşturarak uyananlar, sosyal medyadan son gelişmeleri öğrenip yeniden sokaklara çıkmaya devam ediyor. Bedenlerinin hala yürüyebildiğine, koşabildiğine, durabildiğine, parklarda geceleyenlere erzak taşıyabildiğine kendileri bile şaşıyorlar. Bitap düşmüş bedenler iktidarın savurduğu her yeni tehdit karşısında yeniden canlanıyor, uyduruk gaz maskelerini, yüzücü gözlüklerini, Rennie’li sularını, düdüklerini toparlayıp binlerle, onbinlerle Taksim’e, Kızılay’a, Kuğulu Park’a, Gündoğdu’ya, Abbasoğlu’na, Yeniköy parkına akmaya başlıyorlar.
Bu bedenleri kimse tek elden yönetmiyor, yönetemiyor. Kalabalıklar, devletin vatandaşlardan topladığı vergileri yandaş ceplere koymasıyla oluşturulmuyor. Kimse onlar için özel servis kaldırmıyor; ellerine bayrak ve sandviç tutuşturmuyor. Atacakları sloganları kimse onlar için önceden belirleyemiyor. Yalnız olmadıklarının bilincinden güç alan her beden, diğerleriyle kamusal veya virtüel mekanlarda buluşmaya giderken sayı hesabı yapmıyor. Binlercesinin sokağa çıkması için, bir duran adam yetebiliyor. “Bir” de bir sayıdır ne de olsa…
Direnen, duran, durarak direnen, direnerek duran bedenlerin her gün yeniden bir araya gelmesine sebep olan iktidar, bu beden siyasetinin gücünü sezmemiş olamaz. Bedenlerin bir, hatta birkaç, hatta uyumlu uyumsuz dilleri var elbet, ama bu bir beden siyaseti. 31 Mayıs’tan beri kısacık tıvitler ve duvar yazılarında ifade bulan farklı öfke ve hayaller, bedenlerin fiziksel varlığıyla, görünürlüğüyle, direnciyle somut gerçeklik kazanabiliyor, belleklerde yer ediyor, çoğalıyor. Bir tarih yazılıyorsa eğer, bu tarihi yazan özne bedendir.
Bu bedenlerden dört tanesi devletin topluma açtığı savaşta cansız düştü. Binlerce beden hırpalandı: bazıları gözlerinden oldu, bazıları hayat boyu düzelemeyecek yaralar aldı. Azami zarar verebilmek için “ilaçlanan” tazyikli su derileri yaktı; biber gazıyla dolan ciğerler tıkandı. Darp edilen kol, bacak ve kafalar ezildi, kırıldı. Bedenler üzerine boca edilen tonlarca kimyasalın uzun dönemli etkileri hala bilinmiyor. Ama kimyasalların yüzlerce kedi, köpek ve kuşu öldürdüğü; sayılamayacak kadar küçük canlıya, böceğe, kelebeğe zarar verdiği şimdiden biliniyor.
Beden siyasetine karşılık veren devlet aygıtları ve ölüm makinaları, yaşamsal enerjiyi gasp edemedikçe kötü imitasyonlarını üretmeyi denediler. Parkları ve meydanları dolduran – ve istisnasız herkesi şaşırtan – kalabalıkların benzerini, senaryosu günler önceden hazırlanmış mitinglerde toplamaktan medet umdular.
Kafa sayısı yarışına girdiler; temsil oranı hesapları yaptılar. Tutmayınca kasklı ve çelik yelekli bedenlerden daha fazlasını oradan buraya, buradan oraya taşıdılar. Etten dalganın karşısına et ve çelikten setler ördüler. O da işe yaramayınca buluşan, temas eden, afiş veya tıvitlerle fiziksel ve virtüel mekanlarda birbirine değen bedenlere, pazarlık koşulları büyük ölçüde belli olan bir diyalog mizanseni önerdiler. Bu mizansenin sonucunu almayı beklemek bile zor geldi: alternatif bir toplumsallık kuran bedenleri parktan – yani fiziksel direnişi bir yaşam tarzına dönüştürebilecekleri mekanlardan – çıkarmak için iki uyarı ve bir komutla hücum ettiler.
Kamusal alanı kamudan kurtardılar. Afişleri, resimleri, renkleri belleklerden silebilmek için teker teker topladılar. Her biri devlet şiddetinin kurbanlarına adanmış ağaçları soydular; her biri maddi ve manevi işkenceye uğramış onlarca insanın ismini taşıyan barikatları paramparça ettiler. Roboski kurbanı olan Fikret Encü’nün, gözaltında işkenceyle öldürülen Metin Göktepe’nin, bu toplumdaki acılara dayanamayan Dicle Koğacıoğlu’nun, Türk ırkçılığının yok ettiği Surp Hagop Ermeni mezarlığının belleğini yaşatma çabasının üzerinden dümdüz geçtiler.
Geriye sadece beden siyaseti kaldı – ama bu siyaseti yapan bedenler, Giorgio Agamben’in betimlediği “yalın bedenler”den çok farklı. İktidarın keyfi iradesinin toplumdan yalıtabildiği; merasimsiz bir şekilde ezebildiği; sembolik dünyanın dışına itebildiği salt bedenler değil bunlar. Daha ziyade, Ernst Bloch’un bahsettiği “dik duran insanın ortopedisi”ni çağrıştırıyorlar; yani kollektif Prometeus’ları. Bloch şöyle yazar: “Baştan başlamak kadar güce güç katan bir şey yoktur. Başlangıç, sürebildiği sürece körpedir; genç ve yükselen sınıf onundur. Gelmiş geçmiş tüm kötülükler karşısında masumdur, zira gerçekten suçlu olma fırsatı henüz eline geçmemiştir. Böyle olduğunda adalet, gündoğumu etkisi yaratır; ona miras bırakılan ebedi hastalığa baş kaldırır. Yeniden başlamak tepeden tırnağa tazeliktir; tamamıyla tarihsiz göründüğünde ve tarihin başına döndüğünde bir ilktir… Pastoral ruhun; çobanın; yalın ve dik duran insanın imgesini taşır; karanlıkta bile oyun oynamaya müsaittir.”[1]
Bu mücadele, gayri-nizami bedenlerin, yani bedeninden başka düzeneği olmayanların, ölüm makineleri karşısındaki direncinin mücadelesidir. Makineler nizami, komutla işleyen, devinim alanlarını zorla ve şiddetle açan oluşumlar ise, karşılarındaki güç yaşamın kendisinin direncidir. Yaşam, betonu çatlatıp günışığına çıkan otlar gibi en olmadık yerlerde ve anlarda yeşerir. Zira varlıktır, çokluktur, diyalektiktir. Hiç bir devlet aygıtı yaşamı mutlak surette tahakkümü altına alamaz.
Devlet düzen ister; ancak düzene sokabildiğini denetim altında tutabilir. “Özgürlük” gibi bir taleple baş edemez; kimin özgürlüğü, ne için özgürlük, hangi koşullarda özgürlük gibi sorular sormak ve kutucuklara sığdırmak zorundadır. Düzen sınır çizer, kimlik tespit eder, tanımlar. Hiyerarşi kurmaya çalışır. Ebeveynlere parktan çocuklarını toplama çağrısı yaparak hem direnen bedenleri “çocuk” olarak damgalar, hem de devlet aygıtının çekirdeği olan aileyi devreye sokmak ister. Güvenlik söylemini sayesinde kendi yarattığı riskleri bedenlere mal eder. Korumak yerine devirdiği bedenlerin üzerine kendi bayrağını ve afişini asar. İtaat etmeyeni cezalandırır; cezayı misilleme olarak kullanır. Sansür, tehdit ve propagandayla iş görür.
Oysa yaşam sürekli devinimdir. Sınırları zorlar, aşar. İnşaat sebebiyle kapalı olan alanları dolaşıma açar; yıkmak için geliştirilmiş dozerleri pembeye boyar; merdivenlerden tribün yapar; demir parçalarını dilek ağacına, kesilmesi planlanan ağacı ise anıta dönüştürür. Yayaya yasak olan otobanlarda, köprülerde yürür. Boş ve steril olandan hoşlanmaz; üzerine afiş asar, slogan yazar, çadır kurar. Her satıhta iz bırakır. Sessizliği kah tencere-tava sesiyle, kah piyano melodisiyle bozar. Kimlik ve tanımlarla oynar; onları muğlaklaştırır, birbirinin içine geçirir. Mizah gücü sayesinde hem kendiyle, hem de düzenle dalga geçebilir. Değiştirdiği bir harfle en ağır sembolizmi bile gülünçleştirir. Devlet aygıtı peşine TOMA’yı taktığında gazı yer, soluklanır, bıraktığı yerden direnmeye devam eder. Bir bedenin direnci azaldığında yerini bir başka beden alır. Devlet aygıtı peşine propaganda makinelerini taktığında, tıvit atan, fotoğraf çeken onbinlerce parmak oluverir. Tekerlekli sandalyesiyle biber gazından kaçarken yere düşen bayrağı almak için durur. Kaçarken ezdiği ayak olursa özür diler; panikleyenleri sakinleştirir.
Öyle görülüyor ki, faşizmin askerleştirmek istediği bu bedenler, hiç bir ideolojik kalıba da sığamayacak. İçki içmediklerinde muhafazakarlıkla, TOMA’nın altına yattıklarında yaşamın en değerli “mülk” olduğunu savunan liberalizmle dalga geçerler. Ortodoks Marksizm, çapulcu bedenleri hangi sınıf mücadelesi içinde örgütleyeceğini şaşırır. Birbirleriyle temas ettikleri sürece; kollektif Prometeus olmaya devam ettikleri sürece; dayanışmayı sürdürdükleri – veya sürdürmek zorunda kaldıkları sürece – birbirlerinin renklerini, dillerini, cinsiyetlerini kanıksarlar. İdeolojilerin ve kurumların beklediği davranış kurallarını bozarlar. Anneye içkin olduğu düşünülen doğal veya ahlaki koruma dürtüsü, çocuklarıyla birlikte eyleme katılan kadın bedenleri yüzünden sarsıntı geçirir. Gazla dolu lobilerde ulusalcıyla Kürt birbirlerine sütlü Rennie uzatır. Kolejli öğrenci, Anonymous maskeli gencin hangi mahalleden olduğunu sormaksızın suyunu paylaşır. Futbol taraftarları birbirlerine basacakları küfürü polise basarlar.
Tüm bundan kaos değil, güven doğar. Bedenlerin gaz sıkıldıkça çoğalması; mekanların polis tarafından işgal edildikçe artması; propagandanın dozu şiddetlendikçe temasın kalitesinin yükselmesi de bundandır. Gezi’de doğan bedenlerin ördüğü yaşam, iktidarın korktuğu kadar dirençli hakikaten. Judith Butler’ın tasavvur ettiğinin tersine, kırılganlığı değil, direnci ortaklaştırabilmelerinin sırrını makro söylemlerde değil, bu beden siyasetinin uzantılarının giriftliğinde aramak gerekir.
[1] Ernst Bloch, Natural Right and Human Dignity, MIT Press, 1987, s. 61.
26 Haziran 2013