“Romancı”nın yarattığı algı
Yakın dönemlerde yazılan romanlara dönük eleştirilerimin başında, romancıların yaşanan zamanın ruhunu yansıtamama durumları gelir. Ardından da şu düşüncemi gene sıklıkla dile getiririm bu romanları okudukça: Gerçeklik duygusunu vermedeki yaşam bilgisi eksikliği ve edebi bellek yetersizliği.
Romancı, yaşanan hayatın ve bireyin fotoğrafını birebir yansıtmayı amaçlamayacağına göre, ne yapmalı, nasıl yazmalıydı romanını peki? İşte bu noktada yaşam bilgisi ve edebi bellek bir romancının olmazsa olmazı olarak öne çıkar.
İpek S. Burnett’in Romancı adlı romanını da tam bu arada okuyunca, gene bu sorularım depreşti ister istemez. Aslında Burnett, romanıyla, sanki bunlara bire bir yanıt veriyordu: hayatımız roman/mı? Peki romancı kim/dir öyleyse? Anlatıcı ne yapar, bir romandaki konumu nedir?
Evet, yazdığı romanla bu soruları irdelemese de bizim bunlar üzerine daha açıklıkla düşünmemize kapı aralıyor. Üstelik neyi/nasıl/ne kadar anlatması gerektiğini bilerek yapıyor. Tek sorun, romanı getirip bağladığı yer, karakteri Ferit’i konumlandırdığı durumu hızla bir yere vardırma çabası. Yani anlatılan öyküyü özetleyerek romana bir “son” vermesi!
Roman düşüncesinin karşıtlıklar üzerine kurulduğu, insana/hayata dair öyküler anlatıldığı bilincinden hareketle çok yalın/duru/açık/saydam bir roman yazmış Burnett. Öyle dolambaçlı yollara sapmamış, söz oyunlarına prim vermemiş, büyük sözler etme edasına bürünmemiş.
Düşüncesinin özsuyunu zamanımızın iki ayrı dünya insanının (hadi şöyle diyelim: Sivaslı-İstanbullu) öyküsünün içine yedirerek Cumhuriyet döneminin “yeni insan”ının serüvenini anlatmış. Bir bakıma, klasik romanımızda süregelen ana izlek burada da uç vermiş, ancak İstanbul’un Anadolu’ya uzaktan bakışı ve bu kez uzaktakinin gelip İstanbullunun/İstanbul’un hayatına katılarak yaşama tutunmaya çalışmasındaki tanıklıklar yakın plandan bir bakışla işlenmiş. Bu anlamda da, yazarın edebi belleği, Reşat Nuri Güntekin’in Çalıkuşu romanına göndermelerde bulunması, o “yeni insan”ın merkez-çevre’den hiç kopmayışının getirdiği ikilemi/yabancılaşmasını göstermesi açısından dikkate değerdir.
Burnett, adlandırmadan; yer yer anlatarak yer yer de göstererek yapmış bunu.
Öyküyü üç aylık zaman dilimine yayarak gün gün anlatır yazar-anlatıcı. “Genç kız” (Ferit) ve “yaşlı bir kadın”ın (Süreyya Hanım) bir pazartesi günü karşılaştıkları huzurevi öykünün mihenktaşıdır.
Liseyi bitirince üniversitede okuyup mühendis olma hayalleri taşıyan Ferit, yaz döneminde çalışıp okul harçlığı biriktirmek üzere, İstanbul’daki akrabalarının yanına gelerek dayısının eşi Muala Yenge’sinin çalıştığı bu huzurevinde iş edinir. 17 yaşındaki Ferit, yaşam ve kent/in acemisidir.
Huzurevinin müdavimlerine yemeklerini götürme, bunları yemelerinde onlara yardımcı olma işini üstlenen Ferit, A-627’deki Süreyya Hanım’ın huysuzluğuyla baş ederek onunla iletişim kurmayı başarır. Sivas Tavşanlı’dan geleli üç gün olmuştur. Daha ilk günde gözünde büyür her şey. Yüzleştiği “yaşlılık” durumları onu bir tuhaf yapar. Altı yıldır orada çalışan Mualla Yenge, Ferit’e ilk bilgileri aktarır:
“Kimileri hasta, kimileri çok yaşlı, kimileri de sırf inadından inmiyor yemekhaneye. O küçücük odada bir başlarına ne yapıyorlarsa… Neyse. Seni A bloktaki odalara yollayalım diyorum. A blok, tek başına yaşayanlar. B blokta bir odayı iki kişi paylaşıyor. Yani A blok zenginler, B blok orta halliler”.
Ferit’in bu kent eskisi varsıl Süreyya Hanım’a yaklaşması hiç de kolay olmaz. Daha ilk itişme, küçük görme adıyla başlar:
“− Ferit diye kız ismi mi olurmuş? Bu yaşıma geldim duymadım.
− Babam erkek olacağımı düşünmüş.
− E, doğduğunda görmemiş mi kız olduğunu?
− Görmüş ama… Bilmem, yine de Ferit koymuş adımı.
− Feride koysalardı bari”.
Yemeğini yememekte direnen Süreyya Hanım, karşısında çetin bir ceviz bulur! Ferit, hayatının bu ilk sınavında karşılaştıklarıyla buradaki hayatı anlamaya çalışır. Mayıs’ın ilk haftasında çıkıp gelmiştir İstanbul’a. Yirmi yıl önce bu kente göçen dayısı İsmail ile Mualla Yenge’sinin Memo ile İbo adında iki de oğulları vardır, “market” dedikleri bir de dükkân işletirler Armutlu’da. Huzurevi ise semtin biraz ötesindeki Etiler’dedir. Aile tipik bir göçmendir, bir tür kentin yeni sahipleridirler. Armutlu ve Etiler ise kentteki bu yarılmayı/uçurumu simgeler adeta.
Gelip hayata katılmak yerine, kıyısında duran Ferit ürkektir, bilgisizdir. İşte 88 yaşındaki Süreyya Hanım’la adım adım başlayan diyaloğu onu uyandırır, sarsalar, birçok şeyi görmesine/öğrenmesine de kapı aralar. İlk adım Çalıkuşu romanıyla başlar. Genç kızın bunu okumamışlığına şaşıran Süreyya Hanım:
“Allah Allah, anlamıyorum ki ben bu okul sistemini. Nasıl okutmazlar Çalıkuşu’nu? Ne okutuyorlar size peki?” der.
Süreyya Hanım’ın belleği dünle bugüne bağlanan zamanın ışıltısı olarak adım adım kendini gösterirken, yer yer de o uzaktaki Anadolu insanını tanıyamamanın dilini/bakışını da yansıtır. Öteden beri süregelen ikilem… İki ayrı uç, iki ayrı yaşama kültürünü bir arada barındıran bir dünyanın seyrine döndürür bizi anlatıcı. İşte o bellek yolculuğunda şimdideki geçmişe uzanırız. Dahası, Süreyya Hanım’ın Ferit’e anlattığı, “yaşamım” dediği öyküsünde onun edebiyata olan ilgisi, edebi belleği ve yaşadığı yanılsamalarının izleri vardır. Düş ve gerçek, hayat ve roman karşılaşmasının yansımaları da diyebiliriz buna. O öykü öylesine akıcı biçimde ilerler ki bilmediği bir edebi dünyaya yolculuğa çıkar Ferit aynı zamanda. Süreyya Hanım, anlattığı öykünün başkahramanıdır… Orada yaşanmamışlık, bırakılmışlık, düşkünlük vardır. Öykü, bunun gerçek olup olmadığı sorgusuna gitmeden okuru da avucunun içine alır.
Bu hatırlama ve yüzleşme öyküsünde Batı ile Doğu arasındaki uçurumun izlerini gözleriz. O “yeni insan”ın uzaklığını, gelişenin ise bırakılmışlığını, dahası neden/niçin gelişemediğini görürüz bu karşılaşmada.
Ferit’in önündeki model Mualla Yenge değildir, onun gibi olmak istemez. Hüzün ve yalnızlık içindeki Süreya Hanım da değildir olmak istediği. Ama hiç bilmediği bir dünyanın kapılarını açmasıyla ona ayna tutmaktadır.
“Hikâyemi anlatayım,” diyerek başladığı öyküde edebiyatımızın bir döneminin ünlü adları vardır: Sait Faik, Orhan Veli o anlatılanların en başat kişileridir… Her biri üzerine anlatılanların buluştuğu genç Süreyya, belki de yeni çağın Feride’sidir! Ferit ise bu ikisinin de ötesinde bir dünyanın kahramanı olmak için yola çıkmıştır. Ama yolunu/yönünü bulmak öyle kolay da olmayacaktır.
Burnett, öyküyü melodramik bir çizgiye taşımadan o iki yaşam gerçekliğini dengeli biçimde anlatır. Romana verdiği adı pekiştirmek istercesine öyküsünü başka bir boyuta taşıması ve finalini de hızla geçmesi çok bağışlanacak gibi değil.
İyi bir öykü, iyi bir ilk roman adımı… Sonu çok daha iyi düşünülerek kurulabilecek bir roman olma şansını yitirmiş bir ilk roman.
Galiba yayıncılıkta editörlük asıl işte bu noktada başlıyor. Kitabın editörü görünen Güven Turan, burada Burnett’i çok daha yormalıydı diye düşünürüm.
Evet, yineliyorum, iyi bir “malzeme”yi/konuyu, postmodernce bir kaygı gütmeden daha ayakları yere oturan bir çizgiye getirerek, toplumumuzun öteden beri yaşadığı bu ikilemi; göç ve tutunamamayı, bırakılmışlığı ve iğretiliği bu saydam ve açık anlatıcının kaleminden daha iyi okuyabilirdik kanımca.
Gene de İpek S. Burnett’in Romancı ile iyi bir başlangıç yaptığını, bunun ardından neleri yazacağını merak ettirdiğini söyleyebilirim. Başlangıçta imlediğim yaşam bilgisi/gözlem gücü ve edebi belleği olan bir romancıyla tanıştığımızı da belirtmeliyim burada.
Yeni Türkiye romanı hayatın içinde akan bu yaşam ırmağından doğacak. Yazar/romancı bu evrenin gözlemcisi kesilecek, vicdan duygusuyla orada olup bitenlere bakması insandan böceğe, kentten kırsala, aşktan şiddete, yoksulluktan zenginleşmeye, doğanın katliamından hayatın yaratıcı yönüne değin birçok konuyu/izleği çekip alarak anlatacaktır… Yeter ki o bilinç, bakış açısı ve edebi bellekle yol alsın…
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (16 Temmuz 2013)