Serdar Uslu, yeni kitabı “Abbas Dayı Hadisesi”nde, kendi halinde yaşayıp giden bir mahalleye, eski sakinlerinin hayaletinin dadanmasıyla hareketlenen hayatını, kendi üslubu, doğal dili ve dozunda mizahıyla enteresan bir hikâyeye dönüştürüyor.
2008 yılından beri Anadolu Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’nde doktor öğretim üyesi olarak İlkçağ ve Ortaçağ Felsefesi ve Bilim Tarihi dersleri veren Serdar Uslu’nun ilk kitabı “Yermük ve Trafalgar Baldır Bacak İşleri” geçen yıl yine Timaş Yayınları etiketiyle yayınlanmıştı. Büyülü gerçeklik ve absürtlüğün sınırlarını zorlayan kitabın dili de devamında geleceklerin bir habercisi niteliğini taşıyordu. Uslu, Genç Timaş’tan yayınlanan ikinci kitabı “Abbas Dayı Hadisesi”nde de beklentileri boşa çıkarmayarak bu defa daha “düz yolda” ilerleyen ama okuru yine şaşırtmayı beceren bir eser bırakıyor okura.
“Ayak bileklerine kadar uzanan kalın, kara paltosu ve kahverengi fötr şapkasıyla Abbas Dayı sahiden de ilginç bir insandı. Şapkasının tereği fazla geniş olduğu için yüzü iyice seçilmiyor, bu da onu hepten tekinsiz hale getiriyordu. Ne zaman, hangi amaçla gelmişti mahalleye, yaşamak için neden böyle alelade bir semti seçmişti? Bilen yoktu bunları. İnsanlar hep yolda, hep yürür gördükleri için ‘Abbas’ lakabını yakıştırmışlardı ona. ‘Yolcudur Abbas, bağlasan durmaz’ misali… Sergilediği akıl almaz davranışlar, hakkında pek çok dedikodunun uydurulmasına yol açmış, onu delibozuk öykülerin akıl sır ermez kahramanına dönüştürmüştü. Zira akşamüstü hep aynı vakitte, elleri ceplerinde, ağır adımlarla mezarlığın yolunu tutar, gecenin ilerleyen saatlerine dek oradan ayrılmazdı. Bu mezarlık ziyaretinin nedeni de bilinmiyordu tabii. Adamın, bir yakınını ya da ahbabını yâd ettiği düşünülüyor ama bu işin Allah’ın koca günü dururken hava karardıktan sonra yapılması insanları hepten meraklandırıyordu. Üstelik her gün mezarlık ziyareti mi olurdu? Neresinden bakılırsa bakılsın akıl sır ermez bir adamdı şu Abbas Dayı.” Serdar Uslu’nun kitabının sır dolu karakteri Abbas Dayı’nın mahalledeki cürmü bu kadar işte. Bir gün mahallelerinde sıradan bir hayat geçiren, tek atraksiyonlu olayın, çocukların terk edilmiş bir kulübede birbirilerine korku hikâyeleri okumak olan eşrafın hayatına “renk katan” Abbas Dayı’nın ölüm haberi gelince, mahalleli, çok tanımasalar da “efendi bir insandı” diye andığı Abbas Dayı’ya bir cenaze töreni düzenlemeye karar verir. Dayı’nın evine gidenler, onun yaşadığı sefaleti görünce pek bir üzülüverir. Ancak diğer yandan da onun gizemine dair en ufak bir şey bulabilmek için yaşadığı kulübenin altını üstüne getirirler. Ama Abbas Dayı’dan geriye sefaletten başka bir şey kalmamıştır. Defin günü gelince, tüm mahalleli Dayı’nın tabutunu omuzlamış mezarlığa giderken birden bir yağmur peyda olur. Gök çatlamış, içinde ne varsa yeryüzüne akıtmaya başlamıştır. Bu sırada mezarlığın girişinde duran ağaca yıldırım düşer ve ağaç devrilip yolu kapatır. Canının derdine düşen mahalleli, mevtayı orada bırakıp kaçar ve Abbas Dayı hadisesi, bir daha açılmamak üzere orada kapanır.
Aradan epey bir zaman geçmişken, gecenin bir vakti pastaneci Sabri ve Nezaket evlerinde otururken bahçelerinden gelen gürültüyle yerlerinden hoplar. Kafalarını dışarı çıkardıklarında rahmetli Abbas Dayı’nın “aynısının tıpkısı” bir adam görürler. İkisi de korkudan ne yapacağını şaşırır. Ertesi gün Sabri gördüklerini tüm mahalleliye anlatır. Mahallelinin de ona anlattığına göre Abbas Dayı’nın hayaleti, kendisini ölümünde bir başına bırakanlardan intikam almaya gelmiştir. Akşamın belli saatlerinde herkese sırayla görünmeye başlar. Fakat bütün günü İstanbul’un kenar mahallerinden birinde evden işe, işten eve yorgun argın geçiren bu kendi halindeki insanlar, tam bir “Türk tipi davranış” sergilemeye başlayıp ondan rahatsız olmaya, hatta “gözünün üstüne üstüne vurarak” kovmak ister. Polise gitmeyi düşünür. Ancak günleri değil, saniyeleri bile aynı şeyleri yapmakla geçiren mahalleli için hareket dolu günler ayaklarına gelmiştir. Bu yüzden hayalet meselesini kendileri çözmeye karar verir. Herkes sırayla Abbas Dayı’nın hayaletini takibe alacaktır. Tam karar çıkmışken Remziye Hanım, Sabri’ye, Abbas Dayı’nın evinden aldığı kıyafetlerin kaybolduğunu söyler. Özellikle de “kara kalın paltosu”nun yokluğu Sabri’nin dikkatini çekmiştir. Ertesi gün de takip başlar. İlk nöbeti tutan Sabri ve Danyal, dakika bir gol bir Abbas Dayı’yı görür ve yapılan istişareler sonucunda Dayı’nın “mesaiye” akşam saat altıdan sonra başladığı konusunda mutabakata varılır ve sorunun çözmek için çeşitli yollar aramaya devam eder. Deyip konunun kalanını okurun merakına bırakalım.
Serdar Uslu, girişte değindiğim gibi ilk kitabı “Yermük ve Trafalgar Baldır Bacak İşleri”ndeki kadar uçuk bir hikâye anlatmasa da konusu ile “Abbas Dayı Hadisesi”nde de nereden bakarsak bakalım “tuhaf” bir mevzu anlatıyor. Aslında basit bir konu olmasına rağmen Uslu’nun henüz ikinci kitabı olmasına rağmen “kendine has” tanımını rahatlıkla kullanabileceğimiz dili sayesinde, bu basit konu enteresan bir gizem hikâyesine dönüşüyor. Dozunda mizahı ve doğal diyaloglarıyla farklı bir metin olan “Abbas Dayı Hadisesi”, aynı zamanda artık kendi yolunu çizmiş olan bir yazarın rüştünün de ispatı olarak dikkat çekiyor.
edebiyathaber.net (24 Mart 2023)