“Köy büyük bir yangınla sarsıldı, her şey küle karıştı ve herkes o tren yolculuğuna, küllerinden yeniden doğmak için çıktı, geçmişle hesaplaşmak ve geleceğini bulmak için… Bütün yolcular yanlarına en büyük yüklerini, sır dolu hikâyelerini aldılar.” Abdullah Ataşçı ile, yeni kitabı ‘Dağda Duman Yeri Yok’ hakkında yazıştık…
Kitap, ‘Tünel’, ‘Okuyucu’ ve ‘Şer’ adında üç bölümden oluşuyor. İki ana gövdeyi düşünürsek, taşra ve şehrin yeni kenar mahalleri mi bu romanın duygusal fonu?
“Dağda Duman Yeri Yok”un duygusal fonu orada anlattığım insanların kendisidir, diyebilirim. O insanların yaşadıkları bize ne kadar değiyorsa, o kadar yaralı ve gerçektir diye düşünüyorum. Tünel’de bir tren dolusu insanın, daha doğrusu trene doldurulan insanın zamansallıkla ölçülemeyecek bir uzaklıkta yaşadıkları anlatılıyor. Anlattığım o yere taşra denebilir elbet. Okuyucu bölümünde anlatılan bir şehrin kenarıdır. Bu şehrin neresi olduğunu ne şimdi ne de yazarken biliyordum. Buraya taşra denir mi, onu da bilmiyorum. Son bölüm olan Şer ise merkezde geçmekte. Bu merkezilik biraz da romanın merkezidir, sanıyorum.
Türkiye Edebiyatında Anadoluya bakmak, doğunun dünyasına girmek hep olagelmiştir. Ama taşranın ruhunu anlama gayreti çok azında kendini gösterir. Neredeyse 2000 lere kadar da toplumsal gerçekçi romanlarla, köy romanları gibi klişelerle yürüdü bu eğilim… Sizin bakışınız ve hikayenizi geliştirdiğiniz romansal mekan, sizde nasıl gelişti?
Taşranın son dönem edebiyatımızda tekrar tartışılmaya başlanması taşranın giderek merkez olmasından kaynaklıyor aslında. Bu sorun biraz da merkezin olagelen algısından kaynaklanıyor. Çünkü artık taşra yok ya da neredeyse yok olmak üzere. Taşra, daha çok zamanın kendisiyle ilintili. Her şeyin çok yavaş aktığı, bir yerdi taşra. Artık hiçbir şey yavaş akmıyor. Arabalar daha hızlı, ajanslar, televizyonlar çok daha hızlı, bir tuşla yazdıklarımız bambaşka ülkelere anında gidiyor. Canımızın sıkıntısını artık çevir sesini beklemeden bir tuşa basarak daha demin gördüğümüz bir yakınımızla giderebiliyoruz. Her şey bu kadar hızlı iken taşra da bitti ne yazık ki. Merkez için taşranın bitmesi yarın daha büyük bir sorun olarak algılanacak kuşkusuz . Ben de zamanın çok yavaş aktığı o zamanlarda büyüdüm. Çocukluğum, ilk gençliğim orada geçti. Ama şu an yaşadığım şehir Ankara’yı merkez olarak kabul edeceksek, ömrümün daha çoğu merkezde geçti diyebilirim. İnce bir çizgiyle ayrılmış iki ayrı dünya artık iki yer de. İki yerden de uzak durmaya çalışarak yazmaya çalıştım romanımı. Romanda şehir adı olarak bir tek İstanbul geçer. İstanbul’a yüklediğim anlam bir şehir adından daha fazla anlamı kendisinde barındırmasından kaynaklanıyor.
Taşra’nın başat duygusu ‘yalnızlık’ mıydı?
Taşra, öyleydi yakın zamana kadar. Uzun bir caddenin üzerinde karşılıklı birbirine bakan dükkânların önüne atılmış taburelerde oturup namaz, maç, düğün saatini beklemek, uzun uzun beklemek, ya da evinde camın önünde oturup gelen gidene bakmak yalnızlığı yaya yaya yaşamaktı. Taşra, taşra iken evet öyleydi. Yalnızlık; hareketsizlik, uzun uzun bir şeye, bir yere bakmak, kendini dinleyip kendinle didişmek değil midir?
Yaşar Kemal’in, Hasan Ali Toptaş’ın, hatta biraz da onlardan farklı olarak, ilk dönem Latife Tekin romanlarının anlattığı dünyalara benzer bir tadı çağrıştırıyor ‘Dağda Duman Yeri Yok’… Sizin bu kitaplarla ilişkiniz nasıl oldu?
Yaşar Kemal de Hasan Ali Toptaş da Latife Tekin de çok sevdiğim yazarlardandır. İnce Memed’i okuduğumda orta okuldaydım. Okumanın tutkuya döndüğü dönemdi ve ben İnce Memed’i okumaya başladığımda boynumdan büyük bir işe giriştiğimi bilmiyordum. Hâlâ, İnce Memed’leri okuduğum o anlar gözümün önündedir. Salonda uzun bir sedirde sırtımı duvara yaslayarak okurdum. Okumamı bölen misafirlerin bir an önce evlerine gitmesini umarak… İnce Memed’i bir de büyüdüğümde okudum. Latife Tekin ve Hasan Ali Toptaş’la üniversite yıllarımın sonunda tanıştım. Sevgili Arsız Ölüm’ün tadı hâlâ damağımdadır. Hasan Ali Toptaş’ın kitaplarını ise defalarca okudum, okumaya da devam edeceğim. Hasan Ali Toptaş hayranı olduğum bir yazar olmasıyla beraber dostumdur da. Romanımı basılmadan önce okuyan dört beş dostumdan biridir. Sevdiğiniz yazarlardan okuduklarınızın yazınıza sızmaması imkânsızdır. Burada önemli olan sızıntının nasıl ve ne kadar olduğudur. Onlar gibi yazmıyorsanız bir sıkıntı yok. Edebiyat, kendinizden öncekilerin yüklerini yüklenip öyle yola koyulmak değil midir? Bu yüke zarar vermeden, hatta yükü muhafaza ettiğiniz gibi hafifletebiliyorsanız yolunuzda emin adımlarla yürüyebilirsiniz. Böyle değilse durum gerçekten de vahim. Önünde sonunda o yükün altında kalmaya mahkûm olursunuz.
Romanınızın gerek üslübunda, gerekse kahramanların yaşadığı sanrılarda kendini gösteren masalsılık, jilet gibi keskin ve net bir şekilde, toplumsal gerçekliklere uzanabilmiş. Bu konudaki başarı, romanı çok parlatıyor. Ne düşünürsünüz?
Böyle düşünmenize sevindim. Bu romanın konusunu uzun zamandır içimde taşıyordum. Hatta yazıya ilk başladığım zamanlardan bu yana neredeyse. Nasıl anlattığımızın yanında neyi anlattığımız da aslında önemli. Belki de anlattığımızın şeylerin biçimi burada ne anlattığımızı öne çıkarıyor. Ya da tersi de olabilir.
Kitabınızın arka kapak yazısı, romanı o kadar iyi anlatıyor ki… ‘Abdullah Ataşçı, Dağda Duman Yeri Yok ile, taşraya ışık tutan, yoksulluğun suskunluğunu bozan şiirsel bir masal anlatmıyor yalnızca, inançların ortak anlatılanlarından aşkın evrenselliğine uzanan insan hikayelerinin arka planına bütün bir ülkenin görmezden gelinen gerçeklerini de büyük bir ustalıkla yerleştiriyor.’ Kahramanlarınızın hikayeleri, dolayısıyla romanınızın olay akışı politik gerçekliklere değerek gelişiyor. Bu sizin edebiyatınızın da yönelimi mi olacak?
Romanın arka kapak yazısı bana ait değil, editörüm Belce Hanım’a ait. Ben de kapağı görür görmez çok beğendim. Özellikle arka kapak yazısı romanı o kadar iyi anlatıyordu ki… Dağda Duman Yeri Yok için politik roman nitelemesi yapılabilir. Aynı şekilde başka bir adlandırma da yapılabilir. Burada önemli olan roman olarak bize neyi ne kadar sunduğudur. Politik bir sürü hengâmenin içinde doğup büyümek bile onun bir şekilde yazdıklarınızda yer alması için yeterlidir diye düşünüyorum. Bunun, bundan sonra yazdıklarımda kadar yer alacağını, nasıl gelişeceğini bilmiyorum. Sonuçta yazmak bir dert gerçekten de. Yaşamak daha büyük bir dert aslında. Yaşarken, tanık olduklarınızın vicdanınızda açtığı yaralar daha büyük bir dert. Dertleri yüklenirken bunlara değinmeden yazmaya çalışmak sanırım ölüm gibi bir şey olsa gerek.
Hikayelerinizi birbirine bağlayan tren yolculukları, ülkenin ve taşranın ruhuyla ilgili bir metafor mu aynı zamanda?
Çocukluğumun en güzel anılardandır tren yolculukları. Yazın okullar kapanır kapanmaz köye giderdik, en az yirmi, yirmi beş kişi olurduk. Geniş ve hareketli bir ailede büyüdüm. Okullar açılınca da gittiğimiz trenle ya da ona benzer bir başka trenle şehre dönerdik. Kara yolu köyümüze varamadan bir yerde kalakaldığından mecburduk trenle yolculuk yapmaya. Yolculuğumuz bittiğinde trenin dağlara, nehre, uçurumlara savurduğu dumanlarından dolayı yüzümüz, gözümüz kapkara olurdu. O zamanlar iki ayrı dünyada yaşadığımı düşünürdüm. Çünkü köy ve şehirdeki hayat birbirinin tam tersiydi. Romanımda gönüllü bir yolculuğu anlatmıyorum. Romanımda anlatmaya çalıştığım her yaz güle oynaya gittiğim o insanlar… Onların kendilerine hep uzak gelen bir dünyaya sürgününü anlatıyor aslında. Ülkenin doksanlı yıllardaki ruhunu romanımda vermeye çalıştım, diyebilirim. Büyük taşranın ruhu ise ülkenin ruhunda zaten mevcuttu hep.
Trenler, mezarlıklar, dağ… Anadolunun zihninden kartpostallar… Bu anlatımlar romanınızı otantik kılmaktan çok kahramanlarınızın yalnız dünyalarını resmetmiş. Sizin bakışınız nedir?
Haklısınız. Kahramanların yalnızlığının bağıra bağıra savuran birçok cümle var. Yeni baştan romanımı okuduğumda bunun böyle olduğunu ben de hissediyorum. Kahramanlarımın yalnızlığı kendilerinden kaynaklı değil, daha çok onlara dayatılan bir yalnızlık. Buna mahkûm edilme hali…
‘O da bütün köylüler gibi zamanını trene ayarlamıştı’ diyor anlatıcı. Kahramanlar, ‘köye başka yerlerin kokularını, seslerini, yüzlerini getiren tren’e özel bir dikkatle bakıyorlar. Sizce bugün trenler ne taşıyor?
Bugün trenler ne taşıyor bilmiyorum. Çocukluğumda güzel şeyler taşırlardı. Ben büyüyünce, aynı güzergahta daha çok tank, top, silah ve asker, bir şekilde savaş taşıdıklarını gördüm. Bugün savaşın trene ihtiyacı yok. Bir zamanlar asla kara yoluyla gidemediğiniz o dağ köyüme simsiyah uzayan asfalt yollar yapıldı. Her çeşit araba oraya trenlerden çok daha hızlı gidiyor şimdi.
Teker teker kahramanların yaşadıkları üzerinden yazarla konuşmanın eserin hakkını verememek anlamına geleceğini düşünürüz. Romanınızda sayfalarca konuşulabilecek karakter ve yaşadıkları var. Sadece şunu sormak istiyoruz; bu ülke, Anadolu, Türkiye’nin aile profili… Bir çocuk, nasıl babasını kemeriyle kırbaçlayarak dövebilecek kadar acılaşabilir? Ya da bu nasıl oldu?
Baba, toplumumuzun her kesimde devleti temsil eder aslında. Çocuklarına hep mesafelidir, canı istediği zaman konuşur, istediği zaman eve girer. Alabildiğine özgürdür yani. Oysa ailenin diğer bireylerinin özgürlükleri onun belirlediği sınırlar içerisindedir. Elbette her baba bir değildir sonunda. Benim babam da romanda anlattığım babaya hiç benzemezdi. Romandaki babanın müthiş bir yalnızlığı var. Yazar da, romanın diğer kahramanları da ona dair pek bir laf etmez. Sadece asıl kahramanın yaşadıkları ona mecburen değdiği için birkaç sayfada kendini gösterir. Halil’in babasına tepkisi kendisine yaptıklarından çok annesine çektirdikleridir aslında.
‘Mezarlık kokuyordu. Karanlığın kokusunu kendine çekmiş mezarlara bakıyordum. (…) Ve çürüyen bir zamanın kanalında kurumuş suyun kimsesizlikten öte, yok olmasını andırır gibi bir sesle kendime sesleniyordum. Tıpkı şu an olduğu gibi o zaman da kendime seslendiğimi bilmiyordum. Babam o zaman kötü değildi, beni kucağına oturtup saçlarımı okşamazdı elbet. Ama hiç değilse öldüresiye dövmezdi de. Ne olduysa şehre gelmemizden sonra olmuştu.’ Büyük şehrin mezarlıkları, taşradan gelenlerin kalbine neden bu kadar dokunuyor sizce?
“Hayata ürkekçe bir nefret duyduğum halde ölümün karşısında büyülenerek dehşete kapılıyorum.” der Pessoa. Bu romanımı yazarken ölümlere doğru yol alacağımı hissediyordum. Öyle de oldu. Mezarlık, taşralıların kalbine ne kadar dokunuyor, onu tam bilemem. Romanımdaki karakterlerin her biri yaşarken ve ölürken o kadar çok ölmüşlerdi ki, ben sadece birkaçını yazdım. Romanım ilk cümlesi onların ölmekte olduğunu söyler aslında.
Abdullah Ataşçı, romanındaki kahramanların gelecekte mutlu olabilmeleri için bir umut taşıyor mu? Sizce bu romanın insanları mutluluğu nasıl yakalayabilir?
Romanlardaki kahramanlarımın mutlu olabileceğini sanmıyorum. Onları bıraktığım yerde buna yönelik bir umut barındırdıklarını söyleyemem. Ama onurlarına sahip çıkabileceklerini umut ediyorum, bu umut şimdilik bir zerre boyutunda olsa da… Hem mutluluk denilen şey sadece benim romanın insanları için değil, bütün insanlık için hiç de mümkün görünmüyor.
Kitabınızın sonunda yaptığınız modern kurgu ile, romanın kendisinin bir tür ‘kahraman’a dönüşmesi sizin açınızdan ne anlama geliyor? Yani soru şu; bu baştan beri yürüyen masalsılığın doğal sonucu mu, yoksa hikayenin acılığını katmerleyen bir durum mu?
Cioran, bir kitap yaraları aranmalı, tahriş etmeli, tehlikeli olabilmelidir, der Romanımın yaralar üzerinden ilerleyebildiğini söyleyebilirim. Yaralar o kadar büyüktü ki ancak masalla anlatırsam insanlar okuyabilir diye düşündüm. (Elbette düşünmedim. Her kitap dilini biraz da kendi seçer, bu da biraz öyle oldu.) Bilge Karasu’un deyişiyle dersem, masalın yırtılması gereken bir yer vardı; masal; romanın, belki de gerçeğin sesini duyurabildiği yerde yırtıldı.
Kahramanınız Handan’ın kitabın adıyla ilgili yorumu; ‘Ne tuhaf, bir türkü adı gibi’ deyişi çok ironik. ‘Baba bugün dağda duman yeri var’ türküsü romanınıza çok yakışmış böyle bakınca… Bilene hoşluk, bilmeyene bir kat daha anlam olmuş, ne dersiniz?
Romanın adı, sevgili ağabeyim Şükrü Erbaş’a ait. Daha doğrusu ben, Şükrü Erbaş, Hasan Ali Toptaş ve Ethem Baran bir masada gecenin içinde rakımızı yudumlarken kitabıma ad düşünüyorduk. Sonra birden Şükrü Ağabey, Celal Güzelses’in seslendirdiği bu türküyü söyledi. Gerçekten de romanım için inanılmaz güzellikte bir addı. Türküdeki “var”ı “yok”a çevirip öyle kullandık.
Abdullah Ataşçı; 1973 Elazığ doğumlu. Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi’ni bitirdi. 2002 yılında “Tek Kişilik” adlı öyküsü, Yaba Edebiyat tarafından Hakkı Özkan anısına düzenlenen etkinlikte Teşekkür Belgesi aldı ve “Sokaktaki İnsan Öyküleri” adlı kitabında yayımlandı. 2006’da Doğan Kitap tarafından yayımlanan “Sığ Suyun Balıkları” adlı öykü kitabıyla dikkatleri üzerine çekti. Yeni kitabı İletişim yayınlarından çıktı.
Kaynak: okuryazar.tv (20 Mart 2012)