Söyleşi: Elif Balaban
Yazar Abidin Parıltı ile Doğan Kitap tarafından bu ay yayımlanan ilk romanı Koz üzerine konuştuk.
Koz, yaklaşık 30 yıl sonra 90’lar Türkiyesi’ni anlatıyor. Bir karnaval havasında. Öncelikle neden savaşın içindeki bir toplumu karnavalla anlatmayı tercih ettiniz?
Koz romanını tutkuyla, öfkeyle, acı çekerek, eğlenerek, geçmişi yeniden kurmanın ve onu kurmacaya dahil etmenin yollarını arayarak, sıklıkla yazdıklarımı atarak, daha da azaltarak yazdım. Bir büyük acının yaşandığı dönemleri anlatırken büyük cümleler kurmadan, ahkam kesmeden, taraf tutmadan, ona yeni pencerelerden bakarken nasıl görünür acaba diye merak ederek dört yıllık bir süreçte yazdım. Ortaya karnaval havasında bir roman çıktı. Anlatırken acıyı bir de ben büyütmek istemedim. Gerçeği, kurmacanın içinde yerli yerine oturtmaya özen gösterdim. Anlattığım hikâyeye en iyi oturan duyguyu ararken, yeni bir dünya kurmak gerekti. Çokça acının, savaşın, şiddetin, yasakların, yoksulluğun yaşandığı bir dönemi anlatırken zaten büyük olan bir trajediyi, trajik bir dille ve atmosferde anlatmaktansa her şeye rağmen şenlikli, yaşamasını bilen, yasakları delen, hayaller kuran, korkan ama oyunlarından da vazgeçmeyen birkaç karakterin hikayesine odaklandım. Hayat çok sertti, hikaye zaten sert, ben ise onu yumuşatmayı, geçmişi değiştirip gülümsetmeyi tercih ettim. Görünmeyen, görünsün istedim. Sonuçta yasakların olduğu yerde insan daima bir çıkış yolu arar, çözüm bulur. Ölümün olduğu yerde insan yaşamanın yollarını arar.
Romanda sanki yaşanan acıyı görmeyi okura bırakıyorsunuz gibi, altı kalın harflerle çizili bir acı yerine kendi ritminde akıp giden bir gündelik hayat var… İroni dozunu artırarak acıyı göstermeyi tercih etmişsiniz sanki?
Tespitiniz doğru. Yazarken yaşanan acıyı normal, gündelik hayatın sıradanlığı içinde gördüm. Hayat devam ediyordu karakterler için. Aşık oluyorlardı, evleniyorlardı, sevişiyorlardı, silahlar parlatılıyordu, bir gün kurşun sıkma umuduyla… Etraflarında insanlar azalıyor, şehir gün geçtikçe parça parça yıkılıyor ama onlar yaşamak için oyun oynamak zorunda kalıyorlardı. En büyük korkuları da bir gün bu oyundan birinin eksilmesiydi. Biri eksilmesin diye kötülük de yaptılar. Ama onlara sorarsanız bunun adı kötülük değildi. Oyunda dördüncüyü kaybetmeme çabasıydı. Bir de savaşın ortasındaki hayata alışmışlardı. Her şey onlara normal gelmeye başlamıştı. Başka bir hayat mümkün mü? Onu düşünmüyorlardı. Çünkü onlar için yarının bile garantisi yoktu. Sadece şanslı olanlar yaşlılık günlerini görüyordu. Böylesi bir durumda benim de ironiye yaslanmaktan başka çarem yoktu. Belki ben de bir oyun oynuyorumdur, bilmiyorum!
Romanın kahramanı Azhar bir “korkak” olarak tanımlanıyor. Korkaklık ve çemberin dışında olma, hissetme hali iç içe geçiyor sanki?
Azhar çocukluk yıllarında korkak değildir, büyüdükçe korkunun ne olduğunu öğrenmeye başlıyor. Güvenli limanı olan evi terk ettiğinde ise korku onu sarıyor. Geri dönüş yoktur artık onun için. Çember onlar için önceleri evin içi idi. Evin içinde güler, eğlenir, yasaklı müzikler dinler, tabancaları parlatır, iskambil oynar, dışarıdaki hayatı ve korkuyu hakikaten dışarıda bırakırlardı. Karakterlerin hiçbirisi, ölüm etraflarında olmasına rağmen korkmuyor, korkmaya başladıklarında ise teker teker çemberin dışına çıkıyorlar. Cesaret ve cesareti pratiğe dökmeyi hayal etme biçimleri onları ayakta tutuyor. Örneğin milis olmak istiyor, cezaevine girmek istiyor, bunun hayali ile yaşıyor bir karakter. Cezaevine girerse çıktığında kıdeminin artacağını, insanların ona saygı duyacağını düşünüyor.
Oyun kavramı romanı sürükleyen motiflerden biri. Romandaki koz oyunu bir metafor olabilir mi?
Oyun kavramı aslında bütün romanın ruhunu ele veriyor. Johan Huizinga’nın Homo Ludens kavramını karakterlere uygun görebiliriz. “Oyun oynayan insan” kavramı temel motif burada. Karakterlerden beklenen normal koşullarda (ne kadar normal koşul ise!) savaş ortamında “ciddi” olmaları, “ciddiyet”i ruhlarına, hayatlarına sindirmeleridir. Onlara bu misyon yüklenmiştir adeta. “Ciddiyet”in karşısında ise “oyun” kavramı karşımıza çıkar. Ama gerçekte durum hiç de öyle değildir. Bu yerleşik kabuller, karakterler için çok da geçerli görünmüyor. Karakterler oyun oynamayı bir yaşam biçimi haline getirmişler, ama dışarıdan bakıldığında, herhangi bir müdahalede bulunulmadığında “ciddi”dirler. Sonuçta “dünya hayatı yalnızca bir oyun ve bir oyalanmadan başkası değildir.”
Evet, koz bir metafor ayrıca. Romanda geçen bütün karakterlerin kozu var. Gerek hayata, gerek aşka, gerekse de devlete karşı. O koz sürekli gündemde kalır. O kozu bir gün oynamanın hayalini kurarlar. Kozların paylaşıldığı, insanların her şeye rağmen tehlikeleri atlatarak buluşup iskambil oynadıkları o ev, “…Bin” şehrinin, “…Bin” şehri ise bu ülkenin alegorisidir aslında.
Romanda hiçbir ruh hali ya da kavram baskın çıkamıyor. Kahramanlık korkaklık, savaş barış, ölüm hayat, sevinç keder, düzen ve şenlik bir arada… Gerçekten hayatta bunlardan birinin baskın geldiği bir an yok mu?
Şehirler de insanlar gibidir. Onların da çelişkileri, çatışmaları, karakterleri vardır. “…Bin” şehri de biraz öyle. Karakterleriyle birlikte hikâyeye dahil oluyor ve onlarla birlikle soluk alıp veriyor. Romanda karakterler yeltense de bir türlü kahraman olamıyorlar. Biraz da bu durumun içine sıkışmış haldeler. Savaşa karşılar ama geçinmek zorundalar, sokağa çıkma yasağı var ama oyuna gitmek zorundalar, ölüme karşılar ama yaşamak zorundalar. Peki bu çelişkilerin içinden nasıl çıkabilirler? Bu zorunluluk halleri onları sürekli yeni yöntemlere sevk ediyor. Dolayısıyla hikâyenin seyri onların duygularını da belirliyor. Gerçekten bu duygulardan birinin hayatta baskın geldiği anlar var mı? Bilmiyorum.
edebiyathaber.net (19 Şubat 2019)