2050 yılının Londra’sı. Bütün bir toplum, su geçirmez kaplar misali sınıflara bölünmüş. İlkel kapitalizmden arta kalan krizler nihayet son bulmuş ve sınıflı sistemin son halkası olarak, “tüketicilik hareketi” denilen bir aşamaya geçilmiş… Bu dünyanın sakinleri, sol kulaklarının ardına bile isteye deri altı iz sürücüleri taktırmışlar. Böylece, kendilerini güvende ve korunaklı hissediyorlar. Koca koca adamlar, kaıdnlar ekonomik kriz ve konut problemi çözüldü diye sevinçten ağlıyorlar. İnşa edilen yeni evler, insanlık tarihindeki bütün konutlardan daha güzel ve daha rahat olduğu söyleniyor. Dünya, dönüşsüz biçimde değişiyor. Bu yeni ve “sürdürülebilir sistem” sayesinde eski dünyanın küllerinden yepyeni bir yaşam doğuyor.
Kurtlar Ülkesi, Macar yazar, dil uzmanı ve öğretim görevlisi Tünde Farrand’ın Türkçeye çevrilen ilk kitabı. Roman, esasında sınıfsal kontrastları, toplumsal kutuplaşmayı ve eşitsizlikleri, özelinde ise aile ilişkilerini ve birey-toplum çatışmasını ele alıyor. Farrand’ın evrenine yakından baktığımızda, çarpıcı bir distopyayla karşı karşıya kalıyoruz. Yaşlı ve hastaların, sakat insanların sosyal güvenlik sistemine yönelik talepleri artmış vaziyette. Daha önce köle kiralayan işçi nüfusun çoğunluğu yenilenmiş mega şehirlerdeki sigortalı çalışma ve konaklama fırsatını öve öve bitiremiyor.
Geçmişte huzurevlerinin sidik ve kusmuğa batmış odalarına doluşturulan, aç bırakılan ve hatta şiddet gören emekliler, insanlık dışı muamelelerden kurtulmuş. Yeni sistemle beraber inşa edilen GururEvleri, daha önce eşi benzeri görülmemiş bir yaşam kalitesi vaat ediyor. Karşılığında ise halkın yapması gereken tek şey, tüketmek!
Kontrol elbette küçük bir elit kesimin elinde. Nüfusun geri kalanıysa çeşitli hakları elde edebilmek adına daha fazla tüketmek ve daha çok harcamak zorunda. Nefes almadan çalışmak, boş durmadan tüketmek…. Her kim ki çalışmıyorsa o kişi toplumun işleyişine zararlı kabul ediliyor ve onun için tehlike çanları çalmaya başlıyor. Hızla statü kaybediyor ve erken yaşta GururEvi’ne düşme tehlikesiyle karşı karşıya kalıyor.
Anlatıcı kahramanımız Alice, mimar kocasının ortadan aniden kayboluşunun acısını yaşıyor. Bundan sonraki günlerdeyse, tüm kötülük çorap söküğü gibi art arda geliyor ve Alice evvela işini sonra da evini kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kalıyor. Kocasının yitimiyle birlikte ailesinden geriye kimse kalmadığından, derin bir umutsuzluğun içinde bir başına hissediyor. Çırpındıkça daha dibe vuruyor.
Kız kardeşi Sofia var bir de. Fakat belli bir yaşa kadar aynı evde büyümüş olsalar bile, aradan geçen yıllarla beraber iki düşmandan daha da berbat bir şeye dönüşmüşler. Sofia okuldayken fen bilimlerinde uzmanlaşmış, ülke çapındaki bir yarışmayı kazanacak kadar zeki bir kız. Evin tavan arasında laboratuvar olarak kullandığı bir odası bile var. Fakat tüm bunları sınıf atlamak hasletiyle yapıyor. Bu dünyada insanlar yalnızca varlıklıysalar özgürler. Varlıklıların izini polis bile süremiyor. Onlar için bambaşka bir yaşantı mevcut. Sofia da yaşadığı alt sınıf hayattan kurtuluşu iyi bir evlilikte buluyor. Sonrası, ancak yirmi sene sonra aydınlanacak koskoca bir karanlık. Kökleri seneler öncesine uzanan bir nefret ve nefes kesici bir yüzleşme.
Alice’in değerler dünyasıysa çoktan paramparça olmuş vaziyette. Sistemi sorgulamaya başlıyor. Çocukluğundan beri yaşadığı dünyayı enine boyuna ölçüp tartıyor ve parçaları birleştiriyor. Kendisini yaşadığı hayata yabancılaştıran ne kadar etmen varsa, geri dönüşlerle birlikte tek tek irdeliyor. İnsanın kalbini soğutacak kertede vahşi kapitalist politikaların farkına varmaya başlıyor. İçinde yaşadığı orta sınıf hayatı meydana getiren tüm dinamikler usulca erirken, Alice kaybolan kocasının peşine düşüyor.
Kurtlar Ülkesi, sıkı dokunmuş olay örgüsü ve sürükleyici kurgusuyla birlikte, yarattığı gerçekçi atmosferle de içine çekiyor okuru. Nihayetinde, karamsarlıkla bilgeliğin kol kola geçtiği bir hikâye bekliyor bizi. Hüznün, direnmenin ve umudun hikâyesi bu. Affedişin bir de. İyi okumalar…
Tekin Uçar – edebiyathaber.net (19 Şubat 2021)