Geçen çarşamba, 3 Mayıs günü akşam üstü Balıkesir’de Ahmet Kot Kitaplığı’nda yapılan Müteferrika Sohbetleri’nin otuz yedincisinde dostum Ahmet Kot’un konuğuydum. Söyleşimizin başlığı “Fuarlarda Buluşalım”dı. Gerçekten de Ahmet Kot’la birçok kitap fuarında yollarımız keşişmiştir. İki fuar sever olarak kitap fuarlarını, Türkiye’nin onur konukluklarını, Frankfurt Kitap Fuarı’nı, Türk edebiyatının dışa açılımını, kitap okuma oranlarını, kişi başına düşen kitap adedini, çocukların ve gençlerin neden çok kitap okuduğunu konuştuk. Hoş bir sohbet oldu. Bu sohbet de bana İlk uluslararası fuar katılımımı, Frankfurt’a gidişimi anımsattı.
Yıl 1989. O zamanki Mef Dersanesi’nin sahibi İbrahim Arıkan’ın patronluğunda, Soner Olgun’un yayın yönetmenliğinde kurulan dergi grubunda Genç İnsan ve Attilâ İlhan’ın Cönk dergilerini çıkardığı bir yıl bile sürmeyen yayın macerasından sonra Güneş Yayınları’nda göreve başlamıştım. Güneş Gazetesi’ni satan Mehmet Ali Yılmaz’ın kurduğu aynı adlı dergi grubuydu. Sezen Aksu’nun da ortak olduğu söylenirdi ki zaman zaman kendisini yayınevinde görecek bazı çalışmalara katkıda bulunduğuna şahitlik edecektik. Ama esas olarak yönetim genel müdürümüz Ali Saydam’daydı. Enis Batur ilk sayısında ayrılacağı Argos dergisini yayına hazırlıyordu. Grubun içinde daha birçok dergi vardı. Örneğin geçen yıl genç yaşta kaybettiğimiz Ahmet Tulgar Boom adlı gençlere yönelik bir müzik dergisini yayına hazırlıyordu. Soner Olgun da Müzik adlı bir dergi çıkarmıştı.
Güneş Yayınları’nda yöneticiliğe başlayan Soner Olgun’un önerisiyle ekibe ben de dahil oldum. Başta dergilerde çalışmam düşünüldüyse de sonra grubun kitap bölümünün yönetimi bana verilmişti.
Hızla çalışmaya başladık. Büyük bir yayınevi planlıyorduk. Bestseller’ler de, edebi eserler de, mizah kitapları da ansiklopedik sözlükler de yayın programımızda olacaktı. Örneğin ilk yayınladığımız kitaplardan biri Nihal Yeğinobalı’nın çevirdiği ve filmiyle ünlü 9,5 Hafta’ydı. Metin Üstindağ’ın Langadank’ını, Gani Müjde’nin Peynir Gemisi’ni yayınladım. Çok sattılar. İlk defa katıldığımız İstanbul Kitap Fuarı’nda da yayınlarımız çok ilgi gördü.
Bir gün Ali Saydam çağırdı ve Frankfurt Kitap Fuarı’na gitmem gerektiğini söyledi. Oxford’un İngilizce Türkçe Ansiklopedik Sözlük’ünü yayınlıyorduk. Onunla ilgili telif sorunlarını görüşüp çözümlemem gerekiyordu. Gitmişken hem bağımız olan yayınevleri ile görüşecek, hem de yeni çıkan yayınlar hakkında bilgi toplayacaktım.
Frankfurt Kitap Fuarı’nın dünyanın en büyük kitap fuarı olduğunu, telif görüşmelerinin orada yapıldığını zaten biliyordum. Genel müdür de “git!” deyince, durmak olmazdı. Zamanın kısalığına aldırmadan bir yandan yayınevleri ile randevular aldım, diğer yandan pasaport çıkarttım. Muhasebe müdürümüz Ali Sarıkaya harcırahımı hazırladı, uçak bileti aldırdı. Başka da yapılacak bir şey kalmamıştı, daha doğrusu ben öyle sanıyordum.
Fuar 11 Ekim’de açılıyordu. Bir gün önce orada olmak istiyordum, 9 Ekim geceyarısı Frankfurt aktarmalı ABD’ye uçan bir Delta Airlines uçağına bindim. Ucuz diye mi bu uçaktan bilet almışlar, yoksa başka uçaklarda yer yok muydu, bilmiyorum. Ama sabaha karşı Frankfurt Havaalanı’na indim. Frankfurt şehir merkezine giden trene binip, merkez gara geldiğimde daha saat altı olmamıştı.
Planım öncelikle kalacak bir yer bulmaktı. Ama otel aramak için de çok erkendi. Ne yapayım diye düşünürken Almanya’da yaşayan vatandaşlarımızdan biri yanıma yaklaştı ve selam verip, orada ne yaptığımı sordu. Öncelikle bir yerde kahvaltı etmek istediğimi, sonra otel arayacağımı söyledim.
“Burası güvenli değil, soyulursun, bıçaklanırsın. Aman buralarda durma, hemen gardan çık, caddenin karşı tarafında ekmekçiler, pastaneler açılmıştır, orada kahvaltı et!” dedi. O zamanlar Avrupa’da uyuşturucu kullanımı çok yaygındı. Frankfurt Garı’nın çevresinde de eroinmanların toplandığı haberleri çıkardı. Tavsiyeye uyup hemen gardan çıktım, caddenin karşısında açık bir pastane buldum. Hiç acele etmeden kahvaltımı ettim. Yeterince vakit geçirdiğimi düşünüp artık kendime bir otel aramalıyım diyerek hesabı istedim. O zamanlar Almanya’da hala mark kullanılıyordu. Muhasebecimiz de bana harcırah olarak mark vermişti. 1000 DM harcırahım tek bir banknottan oluşuyordu. Para bozulsun diye onu verdim. Garsonun gözleri faltaşı gibi açıldı. Hemen kasaya patronuna koştu. Kafa kafaya verip uzunca bir süre banknotu incelediler. Arada başlarını kaldırıp beni de süzüyorlardı ve bakışları hiç de dostane değildi.
Nitekim kısa bir süre sonra adam kasadan kalktı elinde benim verdiğim para ile geldi. Çok özür dileyerek hayatında ilk defa 1000 DM’lik banknot gördüğünü söyledi ve 1000 DM’lik banknotları bankaların sadece kendi aralarındaki işlemlerde kullandığını duyduğunu ekledi.
Bana bir kahve ve kruvasan daha ikram edeceklerdi ve ben yiyip içerken kendisi de bankaya gidip parayı sahte mi diye kontrol ettirecek, gerçek 1000 DM olduğunu onaylatacak, hem de bozduracaktı. Zira kasada paranın üzerini verecek nakit yoktu.
Tedirgin oldum ama yapılacak bir şey yoktu. Kaderime razı olup paranın sahte çıkmaması için dua ederek bekledim. On, on beş dakika sonra adam parayı bozdurmuş halde geldi. Ben de otel bulmak için yola koyuldum. Bilmediğim acı gerçek, fuar zamanları Frankfurt otellerinde hiç yer bulunamayacağıydı.
Önce gar civarındaki otelleri denedim. Garın birkaç yüz metre ilerisinde olan fuara yürüme mesafesinde oldukları için ideal konumdaydılar. Bilmediğim, o zamanlar bu otellerin başka amaçlar için kullanıldığıydı. Neyse ki hiçbirinde bana oda vermemişler. Frankfurt’un merkezine doğru yürümeye başladım. Her gördüğüm otelin resepsiyonuna başvurarak nehir kıyısına kadar geldim. Bir türlü oda bulamıyordum.
Aklıma Köln’de yaşayan arkadaşlarım geldi. O zaman cep telefonu da yok, bir ankesörlü telefon bulup aradım. Arkadaşım nehrin karşı kıyısında YMCA’in yurdu olduğunu, orada yer bulma ihtimalim olduğunu söyledi. Ben oraya gidip şansımı denerken o da Frankfurt’ta yaşayan arkadaşlarını arayıp beni misafir edebilecek biri var mı diye araştıracaktı.
YMCA’in açılımının Genç Erkek Hıristiyanlar Birliği olduğunu biliyordum ama ABD’deki bir kuruluşun Frankfurt’ta bir şubesi olabileceğini düşünmemiştim. İsim benzerliği olmalıydı. Otel aramaktan öyle yılmış ve o kadar yorgundum ki yer olsa herhalde bu bilgiye aldırmaz kalırdım.
Tekrar Köln’deki arkadaşımı aradım. O da bana bir yer bulamamıştı. “En iyisi sen Köln’e gel. Bir gece burada kalırsın, yarın yeniden otel bakarız” deyince hemen gara koştum.
Frankfurt – Köln treni 1 saat 50 dakika sürüyordu. Gidiş dönüş bilet 70 DM’ydi. Ama bir haftalık bilet de 120 DM’ydi. Arkadaşım “sana bir haftalık bir bilet alalım her gün Frankfurt’a gider akşam çıkışta da dönersin. Hem böylelikle hafta boyunca akşamları birlikte olmuş oluruz, deyince bir İstanbullu olarak 1 saat 50 dakikalık, üstelik rahat rahat oturarak yapılan bir seyahatin hiç de yorucu olmayacağı düşüncesiyle teklifini kabul ettim.
Ertesi sabah erken saatte trene bindim. Trenin restoranında 5 DM’ye mükellef bir kahvaltı ettim ve fuarın açılış saatinde kapıda olmayı başardım. Akşamları da gardan Hürriyet’in Almanya baskısının yarınki sayısını alıp trenin restoranında oturuyor, biramı içerken gazete okuyup, fuardan topladığım yayınevi kataloglarını inceleyerek Köln’e dönüyordum.
Frankfurt fuar alanına girişte olağanüstü bir güvenlik kontrolü vardı. Aranacak olmak Türkiye’den gelen biri olarak beni etkileyen bir şey değildi. Bana sıra gelince polis kenara geçmemi, pasaportumu görmek istediklerini ve birkaç soruları olacağını söyledi. Biraz rahatsız olmuştum ama yine bir Türk olarak bu muameleyi garipsemedim. Tek merak ettiğim neden bu kadar yoğun bir güvenlik tedbirine gerek duyduklarıydı.
Polis daha pasaportumu görüp Türk olduğumu anlayınca sorulara gerek görmeden içeri buyur etmişti. Daha sonra bu muameleyi beni İranlı sandıkları için yaptıklarını anlayacaktım. Salman Rüşdi’nin »Şeytan Ayetleri« kitabı başta Almanca olmak üzere birçok dile çevrilmişti ve yayıncılarına yönelik tehditler vardı. Fuara katılan İranlılar da olağan şüpheliler olarak kimlik kontrolünden ve sorgudan geçiriliyordu.
İranlılardan bu kadar tedirgin oluyor, sorguya çekiyorlardı ama iş İran’ı protesto etmeye gelince hiçbir sorun çıkmıyordu. İlk defa katıldığım için Frankfurt Kitap Fuarı’nın siyasi bir arena olarak kullanıldığını bilmiyordum. Cumartesi günü fuarın ortasındaki açık alanda pankartlarını açmış, İran’ı protesto eden İranlı göçmeleri görünce çok şaşıracaktım.
90 ülkeden 8.000 katılımcının stanlarda yer aldığı 220.000 ziyaretçisi olan fuarın o yılki onur konuğu Fransa’ydı ama fuar içindeki sohbetlerin konusu Doğu Avrupa’daki siyasi gelişmelerdi. Sovyet Rusya’nın güdümündeki ülkelerde muhalefet sokaklara çıkıyordu, rejim değişiklikleri yakındı.
Frankfurt Kitap Fuarı sırasında törenle verilen Alman Yayıncılar Birliği’nin Barış Ödülünün sahibi Václav Havel olmuştu ama kendisine ülkesinden çıkış vizesi verilmediği için törene katılamayacaktı.
Güvenlik kontrolünü hasarsız atlatıp fuar alanına girdiğimde adeta çarpılmıştım. Fuar alanı küçük bir kasaba gibiydi. Binalar arasında ücretsiz otobüsler işliyor, insanlar randevulara koşuşturuyordu. Diğer yandan da imza etkinlikleri, söyleşiler, yeni kitapların tanıtım toplantıları sürüyordu.
Randevularım genellikle ABD ve İngiltere’den yayıncıların yer aldığı 4. salondaydı. Bir randevudan diğerine koşarken soluklanmak için yayınevi standlarının arasında yer alan bir kafeteryada durmuş, kahve içiyordum. Benim gibi çakma bir İranlı(!) da ince uzun masanın diğer ucunda ayakta durmuş kahvesini yudumluyordu. Frankfurt’a gelmeden önce Türk yayıncıların fuara katılıp katılmadığını araştırmamıştım. Ama arkadaş çevremden Frankfurt’a giden yoktu. Çaprazımdaki bey Türkçe selam verince önce şaşırdım ama selamını karşılıksız bırakmadım. Ayaküstü biraz lafladık. Akademik yayıncılık yaptığını, yurtdışından kitap da ithal ettiğini anlattı. Ben de bizim yayınevinden söz ettim. Böylece “yayıncı yayıncıyı fuarda bulur” düsturuna uygun olarak Kenan Kocatürk’le 34 yıl önce Frankfurt’ta tanışmış olduk.
Frankfurt’a ilk kez giden yayıncıların büyük bir hatası da her gördükleri yayınevi kataloğunu, broşürünü toplamaktır. Oysa katalogları Frankfurt’tayken inceleyip ilgimizi çeken sayfaları yırtıp almak en iyi çözümmüş, sonraki yıllarda bunu yayıncı arkadaşlardan öğrenecektim. Ben de bir bavul dolduracak kadar broşür toplamıştım. Mecburen yeni bir bavul alacaktım ve fazla yükten dolayı neredeyse bir uçak bileti kadar ceza ödemem gerekecekti. Görüştüğüm bir yayıncı topladığı broşürleri postayla yolladığını söyleyince bana iyi bir çözüm olarak göründü. Fuarın ortasındaki gökdelende bir postane varmış. Oradan broşürler için koliler aldım. Bilmediğim bizde posta servisinin yavaş çalıştığı, yurtdışından gelen basılı her kâğıdı gümrüğe sokup vergilendirmek gibi bir huyları olduğuydu. İstanbul’a gönderdiğim paketler ancak aylar sonra ve farklı zamanlarda Karaköy’deki paket postanesine gelecek, her defasında bizzat gidip gümrük memurlarına kolilerin içinde broşürler olduğunu, ticari değerleri olmadığı için gümrük beyannamesi vermeye gerek olmadığına, vergilendirilmemeleri gerektiğine ikna etmem gerekecekti.
1989 bir başlangıç oldu. Covid salgınına kadar da düzenli olarak her yıl Frankfurt Kitap Fuarı’na gittim.
edebiyathaber.net (10 Mayıs 2023)