Ailede, arkadaşlıkta, komşulukta, sokakta, hastanede, okulda, mezarlıkta… hayatın her alanında insanın insanla olan ilişkisini belirleyen egemen güç para oldu. Arkeolojinin yüz akı Halet Çambel sadece geçmişi değil geleceği de kazıyordu, gün ışığına çıkarıyordu. Halet Çambel 30 yıl önce “Para Allah Oldu!” dediğinde ilginçtir sadece yayınladığı çıplak kadın fotoğraflarına ünlü Tan gazetesi ilgi gösterdi, sözleri sekiz sütuna manşet yaparak yayınladı.
İnsanın çaresizliği bile para kazanma kapısı. Sahte can yelekleri, kurban taşıyan tekneler. Bebek, çocuk, yetişkin, kadın, erkek bedenleri denizden kıyılara vurması, bebeğin, annenin, dedenin kucak kucağa kanlar içinde kalması para, kâr hanesini ırgalamıyor. Acımasızlığın vicdansızlığın sınırı yok. Ölüm ve özgürlük, tabut ve beşik, yuva ve hapishane… bul karayı al parayı der gibi dönüp duruyor ortalıkta. Annelerin gözyaşlarına “baba! Baba!” sesleri” karışıyor. Yoksulluğun ve yoksunluğun kırbaçları altında “paranın gözü kör olsun!” iç geçirmeleri düğümleniyor insanların boğazına. Kayıp gidiyor avuçlar arasından yaşamlar, hayat. Gurbet oluyor memleket, memleket gurbet ve garip oluyor insan.
Günlük kuru gürültü ve patırtılar anı yaşatamadığı gibi geçmişi geleceği de ortadan kaldırıyor. Binlerce yıllık değerler karartılıyor, kamaşan gözler geleceği göremiyor. Farkındalığımız yok oluyor ya da perdeleniyor. Bu hengameden değerli yapıtlar da nasibini alıyor. Ahmet Aydoğan’ın on yıl önce yayıma hazırladığı, sessiz çığlığı andıran kitabı bunlardan biri. Adler’in kendisi dışında on yetkin adın yazıları bir arada. Adler’i yaşamı ve düşünceleri ile sunmakla yetinmeyen Ahmet Aydoğan’ın on yıl arayla yazdığı sunuşları kitabın en can alıcı bölümü:
“Dünyada gördüğü her şeyi en sıradanından en yüce ve kutsal olanına kadar, pazarlanacak bir meta olarak algılayan ve böylelikle insanın tarih içinde eşyayı algılayış serüveni bakımından düşülebilecek en umutsuz seviyeyi işaretleyen Amerikan zihniyeti atalarının (zannedilenin aksine) sadık bir mirasçısı olduğunu gösterdi ve sonunda dünya düşünce tarihine kendine yaraşır bir bilim (!) armağan etti… Bu bilim insanın sırf yarar ve menfaat saikiyle var olanların üzerine daha azgın ve arsız şekilde çullanmasını, üstelik bu kez daha önceden olduğu gibi onları inceden inceye tetkik ve tahlil maksadıyla değil, doğrudan pazarlama ve paraya tahvil etme amacıyla atılmasını öğretmekte ve öğütlemektedir. Bu bilimin tasarladığı dünyada insan ancak pazarlanabildiği kadar kadarıyla vardır. Ve önce kendisini sonra başkalarını. Gözü çıkarından başka bir şey görmeyen, bu uğurda bildiğinden şaşmayan, bocalamayan, zerrece kendi içine lüzumu duymayan, bütün sevki tabirlerini, dizginlemek bir tarafa… dinmeyen susuzluğuyla inadına kamçılayan, olabildiğince haris ve muhteris, acımasız ve merhametsiz birisi olması gerekir insanın… Böylelikle insanla ve onun sakini olduğu dünyayla ilgili hiç bir değerlendirmesi pratik fayda ve menfaat mülahazasından öteye gitmeyen ‘Amerikan zihniyeti’, onun eşyayı algılama ve meselleri ele alma tarzı, bu belki de dünyada kendisine en yabancı gelebilecek topraklar üzerinde hızla yaygınlaşmaktadır. Ve işin hazin tarafı dindar /milliyetçi, vatansever, yurtsever vb./ olduğunu iddia eden bir grup bu istilanın bayraktarlığını yapmaktadır.”
Buraya nereden geldik, çözüm ne diye sorulduğunda, söylenip duran “eğitim, eğitim!” oluyor. Ancak çürüme oradan başlıyor. Öğrenciye davranış ve bilgi kazandırma uğraşısı da bir pazarlamaya dönüştü. Canı alınmadan parası alınıyor. Ders araç, gereçleri, kaynak kitaplar, deneme sınavlarına varan akla gelmeyecek şeyleri sat(tır)maya çalışıyor pazarlamacılarının kuklası olmuş hocalar. Hiç yapamazsa hoca bir haftada okulda öğret(e)mediği konuyu hafta sonu mutfakta dakikalar içinde öğretiyor. Böyle yetişen öğrenci de maharetini ilk fırsatta daha ustaca gösteriyor. “Talebem beni kazıkladı!” yakınmasına da “zamanında kurs almazsan sınıfı geçemezsin! demiştiniz, Hocam!” cevabı şimşek hızıyla geliyor.
Çoğunluk para, mal, mülk biriktirme peşinde, dostluk, sevgi, saygı, barış, kardeşlik, dayanışma, güzellik, iyilik, komşuluk… Çoğaltmanın yüzüne bakan yok. Daha da kötüsü pusu, tuzak kurmaktan, kuyu, hendek kazmaktan başka bir şey düşünemez, yapamaz hale gelindiğinde yani bağışıklık sistemin delindiğinde insanın içindeki kuşku, yetersizlik, çaresizlik duygusu, kusursuz olma çabası insanın içini bir kurt gibi kemiriyor. İç çürüten bu hastalık bir salgın gibi yayılıp duruyor dıştan içe, içten dışa.
Eskiden her sokakta bakkal, manav, kasap… olurdu. Şimdi adım başı market, AVM… Paranız olsun olmasın sizi aç ve açıkta koymazlardı ya da ödemede aşağıya doğru yuvarlayabilirdiniz. Markette bir kuruşun bile hesabı sorulur ve hesap hep yukarıya doğru yuvarlanır. Eskiden geleceğinizi okuyan falcılar, geleceğini açan muskacılar, üfürükçüler vardı, parmak sayısını geçmezdi. Şimdi adım başı yaşam koçları, kişisel gelişim uzmanları, başında bir tek tel saç kalmadığı halde karşısındakine saç çıkaran ilaç satan şarlatanlar var. Ahmet Aydoğan, “kişisel gelişim” perdesini aralıyor: “İnsanın kendisini ve karşısındakini tanımasının hedefi şimdi “önce kendisini” sonra başkalarını çok iyi pazarlayabilmektir. Sevki tabileri kamçılamak, kamçılamakla kalmayıp besleyip gürbüzleştirmek de “kişisel gelişim”dir. Kim derdi ki Sokrates’in kendisine şiar edinip bayraklaştırdığı Delphoi’deki ünlü “kendini bil!” düsturunun- ve bütün büyük geleneklerin en başta gelen ilkesinin- böylesine süfli amaçlara alet edilebileceğini!… Bunların gelişim dedikleri şey insanın insanlığını alt edip üzerine yerleşmesi halinde bu yaşlı dünyanın ve onun sakinlerinin elinden en fazla çekeceği, en mutazarrır olacağı- şer ve habasetler toplamının kamçılanmasından başka bir şey değildir.”
Sarsıcı bir çalışma.
Yaşar Öztürk – edebiyathaber.net (5 Şubat 2016)