Adnan Gerger: “Gerçekler mesel olamaz ama mesellerin gerçeklerden olduğuna da inanmamızı istedim.”

Ekim 31, 2018

Adnan Gerger: “Gerçekler mesel olamaz ama mesellerin gerçeklerden olduğuna da inanmamızı istedim.”

Söyleşi: Erman Görgü

Siz, bir gün kendi gerçeğinizin mesellerden oluştuğunu öğrenince ne yaparsınız? Bu dünyanın mesel dünyası olarak size sunulduğunu keşfettiğiniz an kendinize yabancılaşır mısınız, yoksa Ses ve Sus’un başkarakteri Leyla’nın yaptığı gibi kimliği dâhil her şeyinin mesellerden oluştuğunu öğrendiği o andan itibaren susarak bir toprağa bir aşka aidiyet duygusunun sınırlarını mı zorlarsınız? Adnan Gerger, son romanı Ses ve Sus’ta insanın tüm değer yargılarını sorgulamak için mitolojik bir dil kullanıyor ve geçmişten bugüne sarkan gizli kalan sırların şifrelerini bu dilin olanaklarıyla çözmeye çalışıyor.

Ses ve Sus, her şeyden önce kendi estetik dilini ve edebiyat bilincini kurmaya çalışma kaygısını taşıyor. Başarılı da oluyor. Romanda en çok ilgimi çeken bir sinema eleştirmeni ve prodüktör olarak metinlerdeki mekanların sinematografik zengin görselliği… Mekânlar, olağanüstü şekilde okuyucuya adeta gösteriliyor, canlandırılıyor. Okur, bu mekânların içinde bu büyülü dilin etkisinde hikâyeler arasında kaybolduğunun bile farkına varamıyor. Peki, okur, bu metinlerin içinde çıkış yolunu nasıl buluyor?  Leyla, okura suskunluğuyla, hangi sesle ulaşıyor? Tüm bunları öğrenmem için Adnan Gerger’le röportaj yapmak istedim.

Ses ve Sus’u yaratan edebi değerler nedir? Bir edebiyatçı kimliğinizle bu metninizi eleştirmeye kalkarsanız nasıl eleştirirsiniz?

Çok ilginç bir soru. Her şeyden önce Ses ve Sus popüler olsun diye yazılmış bir kitap değil. Bu amaçla yazılmadı. Ama popüler kitapları seven ve okuyan okuyucuların da mutlaka okuması gerektiği bir kitap. Çünkü bu okurlar da artık iyi edebiyat arıyor. Onların da karnı şişti aşklı, süslü püslü sözcüklerden… Ses ve Sus okunduğunda dikkatli okur anlayacak ki her şeyden önce yazar kendi adı duyulsun diye, bazı yayınevleri tarafından ille beğenilsin de yayınlansın diye kırk takla atmadı. Ses ve Sus, işte böyle günlük okumalarla geçiştirilecek bir metin değil. Ses ve Sus, edebiyatın roman yazma disiplinin sonuna kadar bağlı kaldı ama kendini aşarak. Kendi estetik dilini ve bilincini kurduğuna inanıyorum. Bunun için iyi niyetimle çok emek harcadım. Kuram ve kavramlarla ilgili çok araştırarak okuyarak kendime bu bilinci aşıladım, kendime bu dili kurdum. Dedim ya başta. Bir edebiyatçı olarak gönül rahatlığıyla ve içtenliğimle söylüyorum ki okur eğer iyi bir edebi dille yazılmış metinler istiyorsa, bu kitabı öncelemeli. İyi bir kitap olup olmadığına elbette kendisi karar verecek ama iyi çalışılmış, kaygısı olan, edebiyatın tüm inceliklerini kullandığına dair iddiası olan bir kitap. Çünkü yazarının (!) bu kitabın iyi metin olsun diye uzun yıllar tüm edebi birikimiyle çok alın teri döktüğüne tanıklık edebilirim.

Peki, okur, bu metinlerin içinde çıkış yolunu nasıl buluyor?  Leyla, okura suskunluğuyla, hangi sesle ulaşıyor?

Ses ve Sus’un psikolojik bir roman olarak tanımamı istiyorsanız. Bu mümkün. Burada bir kadının yaşadığı zamanla bir ilişkisi mevcut. Bu ilişkisi, toprak ve babasının üzerinden kuruyor. Ama bu öyle bir ilişki ki, geçmişten bu yana yaşanılanları öğrendiğinde gerçek olmasına ihtimal veremediği gerçeklerden oluşan ilişki. Susuyor. Günümüzde tüm insanların sık sık başvurduğu bir şekilde Leyla da susuyor. Çünkü bireysellik günümüzün çaresizliği…  Ancak Leyla, bu suskunluğu yaşamsal ve bireysel acılarla örülü bu ilişkiyle mücadele etmenin yöntemi olarak da kullanıyor. Üstelik en yakın arkadaşları Sur Civan ve Özgür’ün de aynı tünel içinde olduğunu görüyor. Leyla ölüm döşeğindeki babasından öğreniyor. Babası aslında yaşadığı coğrafyanın diliyle konuşuyor. Bu toprağın hafızası silinmez. Siz istediğiniz kadar toprağa anlam yükleyin onu değiştirmeye kalkın, toprak yorulsa da toprak olmaktan yine de asla belleğini silmez. Üstünde olanları bütün bereketiyle bağrında saklar. Leyla bu yaşanmışlıkların bir tek kendisinin başından değil okurun da başından geçtiği için susmayı tercih ediyor. Çünkü biliyor ki, sesler ulaşılmıyor ama suskunluk ulaştığı yerde de hiç silinmiyor. Bu kez Leyla okura değil, okur Leyla’ya ulaşmayı arıyor. İşte bu arayış okurun, metinlerin içerisinden çıkış yolunu gösteriyor. Bu romanı yazarken en keyifli yanı okur bu kitabı okuduğunda onun da bu metinleri yeniden yazdığına inanmamdı.

Ses ve Sus’u çok uzun bir aradan sonra yayınladınız. Nedeni neydi? Bu bir nadas mıydı, yoksa piyasaya bir itiraz mıydı?

Nadas sayılabilir. Evet evet içinde piyasaya itiraz olan bir nadas bu… Neden itirazlı nadas olduğunu anlatayım. Şimdi bakın ben 2010 yılında ilk romanımla Yunus Nadi Roman Ödülü’nü aldım. Bu ödül beni müthiş etkiledi. Hem duygusal anlamda hem de yetkinleşmem anlamında. Dedim ki edebiyatta daha kalıcı olmalıyım ve kendimi aşmalıyım. Yazdığım her romanı böyle düşünerek yazdım. Artık bu ülkede ciddi edebiyatı yeniden tesis edilmesine inanıyorum. Buna inanıyorsanız çok ciddi çalışmalısınız. Roman yazmaya tutkuyla bağlıysanız bir yandan yazarken diğer yandan edebiyat disiplinini kuramsal ve kavramsal ifadelerini felsefesini edebiyat sosyolojisini de öğrenmek zorundasınız. Bu konuda çok çalışmam oldu. İtirazım şuydu: Elbette nasıl anlatacağım önemliydi ama ben neyi anlatacağıma da önem veren bir yazar olduğum için elbette insan öykülerini asıl olana dönüştürmek gerekiyordu. Yaşadığınız anı, yaşadığınız çağın tanıklığını, değişen okur profilini, değişen yaşamı düşünmek zorundasınız. Bütün bunları düşündüğünüzde günümüzde roman yazmak giderek zorlaştığınızın farkına varıyorsunuz. Burada alçakgönüllü olmak istemiyorum. Ses ve Sus’ta iyi bir edebiyat yapmanın kaygısıdır, bu nadas.

Yazar kendi edebi dilini nasıl yaratır, okurlarıyla nasıl buluşturur? Bu yaşadığımız coğrafya sizin edebi dilinizi nasıl etkiliyor?

Yaşadığımız coğrafya çok zor bir coğrafya. İnsan ilişkileri de çok girift. Bu coğrafyada yaşanan insan hikâyeleri gibi çok az coğrafya tanıklık edebiliriz. Bu coğrafyanın özelliği acıları içinde barındıran karmaşık, kaotik travmalar trajedileri çoğaltan bir coğrafya. Şimdi eğer bu coğrafyayı olduğu gibi anlatacaksanız işiniz çok zor bir şey… Özellikle edebiyatta. Edebiyatta çünkü dili kullanmak zorundasınız.  Dil aslında kendini üreten kendini yaratan yaşayan bir organizma dili sadece sözcüklerden oluşan bir kavram olarak algılamamak gerekiyor. Dil aynı zamanda yaşamı yansıtan ona anlam kazandıran ona felsefî ve sosyolojik boyutunu tam anlamıyla  açıklayabilen tüm kuramsal yapılarıyla onu dile getiren bir şey onu ifade edebilen bir şeydir dil…. Hem bu coğrafyayı olduğu gibi anlatacaksınız hem bu coğrafyadaki insanları anlatırken edebi dili kuracaksınız. Bu anlamda dili kullanırken çok dikkatli çok titiz davranacaksınız bu coğrafyayı anlatabilecek bir dil seçmeniz gerekiyor, olmazsa yeniden dil yaratabileceksiniz.

Ses ve Sus’un dili de böyle bir dildi. Yeri geldiğinde mitolojik dil kullandım. Çünkü anlattığınız mesellerdir. Bu dil belki bir refleks olarak görünebilir ama romanın içeriği beni bu dile bilinçli olarak itti. Çünkü Ses ve Sus ’taki metinleri başka türlü yazamazdım. O metinlerin okura ulaşması gerekiyordu, dokunması gerekiyordu. Hatta okurun bu metinleri okurken kendisini de yeniden kurmasını, bir anlamda bu metinlere suç ortaklığı yapmasını istedim. Şimdi gerçekçi dil ya da piyasada çoksatar kitaplarda basmakalıplar gibi yer alan aforizmatik ve allanıp pullanıp edebi sözcük diye yutturulan sözcükler kullandığınızda metinlerin içeriğine büyük haksızlık etmiş olacaktım. Bunu çok kolay yapabilirdim. Ancak o zaman da kendimi ve metni yani edebiyatı inkâr edecektim. Ha belki otoriter bazı kişilerin hoşuna gidebilirdi bu bozulma ama o zaman da ne hep savunduğum edebiyatın o etik kurallarına inancım kalırdı ne de edebiyata olan saygım. Bunu yapamazdım. İstedim ki, içeriğine hep karşı gelinen, burun kıvrılan metinlerin de yani gerçeklerden beslenen metinlerin dilinin çok iyi edebi bir dille kurabilirini gösterdim.  Yani mesel gibi anlatan bazı şeylerin gerçeklerden oluştuğuna bu dilin olanaklarıyla gösterebilirdim. Yani gerçekler mesel olamaz ama mesellerin gerçeklerden olduğuna da inanmamızı istedim.

edebiyathaber.net (31 Ekim 2018)

Yorum yapın