Söyleşi: Metin Aydın
“Yaşamaya geç kalmış gibi yaşayan” Yazar Adnan Gerger, yazdığı romanlarla adından bahsettiren bir isim. Gerger’in Aykırı Öykü Ödülü, 2010 Yunus Nadi Roman Ödülü, 2018 Dil Derneği Onur Ödülü’yle beraber gazetecilik alanında da ödüllü bir yazar. Son romanı, “günümüzün İnce Memed’leri” dediği “Tavhane Çocukları”, İthaki Yayınları (2022) tarafından yayımlandı. Romanda günümüz dünyasının tutunamayanlarını karnından konuşmayan bir sahici dille (edebiyatla), “Kimsesiz, güçsüz, aç bilaç, yoksul, kaçkın, düşkün ama umutları hep var olan ve bu uğurda kendince çabalayan çocukların görünmesinde”, onların dillerine halel getirmeden ustaca kullanılmış. Bunda hayatın gürül gürül aktığı sokaklarda mesai yapmış deneyimli bir gazeteci olmanın etkisi yadsınamaz. Yazar Adnan Gerger ile son romanı Tavhane Çocukları başta olmak üzere hayatı ve yazma serüveni hakkında söyleştik.
Kendinizi nasıl tanımlarsınız; kimdir Adnan Gerger?
Bir yazın emekçisi. Kelimenin tam anlamıyla bir yazın emekçisi. Hayatını yazarak kuran, idame ettiren ve yazıyı bir yaşam biçimine dönüştüren bir emekçi. Elinden yazı yazmaktan da başka bir şey gelmeyen birisi.
Adnan Gerger neden yazmayı seçti?
İnsan hikâyeleri ve coğrafyalar. Gazetecilik mesleğini yaparken dokunduğum, tanıdığım, dinlediğim insanlar. Çok sayıda gezdiğim ülkelerin coğrafyası, iklimi, kültürü, tanıklık ettiğim olaylar ve dünyanın bu hali.
“Sanat” ve özel olarak “roman” kavramları sizin için neyi ifade ediyor? Ayrıca kendi edebiyatınızı nasıl tarif ediyorsunuz?
Çok bildik bir sözle yanıt vermeye başlayayım. Sanat hayatı taklit eder. Ancak sanat onu bozup yeniden inşa eder. Öyle bir inşa eder ki estetik boyuta ulaştırır, geleceğe aktarır. Hayatın yalın gerçeğini bozup parçalamayıp sunmazsa zaten bu sanat olamaz. Roman; benim bu hayatı yeniden anlamlandırmaya yarayan en önemli ve tek şey. Bana sınırsız olanaklar tanıyor, kâh uçurumlara atlamak için kanadım oluyor, kâh yeni dünyalar yaratarak bu içinde bulunduğumuz dünyaya meydan okumamı sağlıyor. İkinci sorunuza gelince, her yazar kendi özgünlüğünü yaratmak zorundadır. Kendi dilini de kurmak bu zorunluğun içerisindedir. Bunu yaptığınız zaman nitelikli bir yazar olursunuz ve kalıcı hale gelmelisiniz. Benim edebiyatım, kurmaca üzerine ve her kurmacaya göre yeni bir dil inşa etmeye dayalı. Girift hikâyelerden oluşuyor, öyle ki anlattığım hikâyelerden yeni hikâyeleri eklemeyi seviyorum. Çok sayıda hikâyelerin ve karakterlerin olması biraz karmaşa gibi görünebilir. Ama bu kaosun içerisinde çok düzenli yeni bir evren yaratıyorum. Yaptığım edebiyatın, pazarlanmış yazarlar gibi tepeden inme ya da ulufe gibi dağıtılmış başarıdan pay verilmiş pohpohlanan yazarların ürettiği edebiyatın karşı tarafında yer aldığını söylemek istiyorum. Ben bir anlamda edebiyat otoriterlerine itirazımı sürdürürken diğer yandan emek harcayarak okuyarak düşe kalka da olsa, görünmez istense de nitel edebiyatımı, kendi özgür ve özgün edebiyatımı yaratmaya çalışıyorum. Ve okurlardan aldığım karşılık, doğru yolda olduğuma olan inancımı pekiştiriyor, bana güç veriyor. Ben iyi edebiyat yaptığım süre içerisinde kendime dair bir nasıl anlatmayı başardığım süre içerisinde yapıtlar üretmeye devam edeceğim. Tavhane Çocukları’nı ürettiğim gibi…
Dünyaya gözlerinizi açtığınız coğrafyada (Diyarbakır/Hani-Suruç) siyaset neredeyse bir mukadderat olarak terennüm etmekte… Kaleme aldığınız romanlarınızda, karakterlerinizle kurduğunuz ilişkide coğrafyanın etkileri nasıl yansıyor?
Çok acılı bir coğrafyada gözümü açtığım doğrudur. Gözünü açmak bir doğmak bir de hayatı anlamaya başladığımız yıllar olarak algılıyorum. Hani’de daha bir iki yaşına girmeden ayrılıp asıl kütüğümüzün olduğu Diyarbekir’e geldik. Biz yedi kuşak Diyarbekir’liyiz. Babamın öğretmen olması nedeniyle ilkokulu Gazi İlkokulu’nda okudum. Şu anki Şayak Fabrikası’nın arkasındaki binada. Sonra Suruç’a gittim. Suruç’ta liseyi bitirdim. Elbette çocuklukta edinilen izlenimler kolay kolay unutulmuyor. Dahası gazeteci olarak bu coğrafyadaki olayları takip etmeye başladığımda çocuklukta yaşadığım olayların birebir aynısıyla yüzleştim. Aradan yıllar geçse de bu coğrafyanın üzerindeki yaralar iyileşmiyor, sorunlar çözülmüyor, yani sizin deyişinizle siyaset bir mukadderat olarak terennüm ediyor. Elbette insan etkileniyor. Kendisine insan diyen her insan bunca yaşatılan baskıyı içinde hisseder, içselleştirir… Bu yaşanmışlıktan beslendiğim doğrudur. Yani ben edebiyatın otoriter merkezi olan İstanbul’dan el sallayarak ta uzaktan köyleri işaret eden, oradan selam söyleyen ve buradaki acılardan nemalanma adına popüler edebiyat yapmıyorum.
Yaratım sürecinizi; bir roman yazma fikrinden başlayıp onun raflarda yerini aldığı zamana kadarki süreci özetleyebilir misiniz?
Çok zor ve gerçekten ağrılı bir süreç… Roman yazmayı her zaman düşlüyorum. Herhangi bir fikir geldiğinde o sancılı süreç başlıyor. Yazacağım hikâyeyi kafamda kurup duruyorum. Bu bazen yılları alıyor. Sonra bir gün artık yazmalıyım diyorum. Yazarken kafamda olmayan hikâyeler de eklenebiliyor, o kurmacamın içerisine. Üç, dört, beş kez yeniden yeniden yazdığım romanlarım da var. Benim yöntemim şu: Bir romanı bitirdiğimde onu unutmak, ona yabancılaşmak istiyorum. Yani bir anlamda küsüyorum. Bu küslük üç ay, dört ay, altı ay bir sene ve daha fazla da sürebiliyor. Sonra yeniden ta başından bu yana yeniden başlıyorum yazmaya. Ta ki içime sinene kadar tekrarlanıyor bu süreç. Sadece yazma süreci olarak en erken yazdığım roman dört yıllıktır. O da Tavhane Çocukları’ydı. Ancak onu yazma fikri de en azından yedi sekiz yıl geriye gider. Yani üç sene düşünme süreci dört yıl da yazma süreci sürdü. Zor yazdığım için değil, çok titiz ve nitelikli yazma tutkunluğumun olduğundandır. Emek verilmeden hiçbir iş tam olarak yapılmıyor ki. Her yazar tabii ki yazdığı okunsun ister. Ancak günümüzde ne yazık ki en zorlu ve insanın hevesini kıran işte bu süreç… Yani basım süreci daha zorlu. Bu durum aslında sarmal bir sorun ve ayrı bir konu başlığı altında incelemek gerek.
Anadiliniz Kürtçe ve yazı diliniz olan Türkçe ile ilişkiniz (hukukunuz) üzerinden sormak istiyorum: Çok dilli bir yazar olmanın sizdeki (edebiyatınızdaki) karşılığı nedir?
Tarihe bir not düşeceğimi bile bile çok içtenlikle hatta bir özeleştiri niteliğinde bu sorunuza yanıt vereceğim. Kim istemez ki anadiliyle yazmayı… Çok kültürlü ve çok dilli bir coğrafyada yaşamanın nimetlerinden zenginliğinden faydalanmayı kim istemez. Her şeyden önce edebiyatımın dilinin Kürtçe yazacak kadar çok bilmeyi isterdim. Bırakın yazmayı doğru dürüst konuşamıyorum. Geçmişte Kürtçe üzerinde yaşanılan baskının boyutunu anlatmak bile zül. Bu da ayrı bir tartışma konusu. Ama bu durum bende de büyük ve kanayan bir yaradır. Yara da Kürtçeyi bilememin nedenini salt baskılara bağlamak da istemiyorum. Bu kolaycılık olur. Diğer faktörler de var. Kendimi bu konuda çok eleştiriyorum. Yapabilirdim. Kürtçe yazın dilinin çok daha ağır olduğunu farkına varınca korktum, öğrenemedim. Konuşma dilinde kaldım ve çok uzun yıllarda uzakta yaşamam nedeniyle de iyice unuttum. Dil unutulur mu? Unutulur. Dil kendini unutanı unutur, dil nankörlüğü asla affetmez. Evet, Kürtçe’yi bilmiyorum ancak dengbejlerle ve Kürtçe seslerle büyüdüm. Tamamen kavrayamasam da dinliyordum. Şimdi inanılmayacak ama garip şey, bilmeme rağmen Kürtçe’nin o zenginliğini ruhumda hissediyorum. Bazı kurduğum cümlelerin o derin anlamlarını Kürtçe’den aldığımı ve ruhumu beslediğimi biliyorum.
“Tavhane Çocukları” isimli son romanınızla ilgili edebiyat çevreleri ve okurlarınızdan nasıl dönüşler aldınız?
Tavhane Çocukları, kısa sürede büyük ilgi gördü, benimsendi, okundu ve çıkar çıkmaz ikinci baskıya gitti. İnsanların ekmek alırken bile kırk kez düşündüğü bir ortamda romanımın bu kadar çabuk ikinci baskıya gitmesi beni iyi edebiyat adına umutlandırdı. Bu umutlanmam, popülist ve medyatik edebiyatın yani kültür endüstrisinin pompaladığı kitapların çoksatar olmasına alıştırıldığımız için. Demek ki iyi edebiyat bu zinciri kırar, kıracak. Çünkü Tavhane Çocukları’yla ilgili şu ana kadar geri dönüş yapan okurların niteliği ve edebiyata tutkun oluşları benim için daha büyük anlamlı.
Tavhane Çocukları’ndaki bir karakterle diğer karakterlere oranla daha sıkı bir bağ kurduğunuz oldu mu?
Evet kurdum. Gazeteci Elif ile. Benim tüm romanlarımın kahramanları kadın, çünkü. Kadınların hayata bakış açılarının her zaman daha cesur, daha direngen, daha çözüme odaklı, daha insani, daha yaşama bağlı, kısaca daha felsefi buluyorum. Her ne kadar ana karakter gibi gözükmüyorsa da burada da benim asıl kahramanım Gazeteci Elif.
“Tavhane Çocukları”nda kenar mahalle jargonu, hayatları kriminal boyutta seyreden kahramanların kullandığı dil, sokak jargonu işlenmiş… Gazeteci kimliğiniz ve tecrübelerinizin yansıması gibi… Romanlarınızı kaleme alırken gazetecilik mesleğinizle yazar kimliğinizin karşı karşıya gelip çatıştığı oldu mu?
Edebiyat, öğretmenlik mesleği özellikle ‘Türkçe Öğretmenliği mesleği’ olarak görülüyor bizim ülkede. Eğer öğretmen değil de başka meslektenseniz edebiyatla uğraşınız çok itibarlı görünmüyor. Öğretmen değilseniz, ne yazarsanız yazın iyi edebiyat yapamaz noktasının dayatılması bana tuhaf geliyor. Ben bu yaklaşım biçimini anlayamıyorum. Evet, edebiyatı yazmaktan yayınevine kadar her alanda öğretmen mesleğinden arkadaşların nicel varlığı söz konusu ama bu dayatmanın da gerçekten bir faydası yok. İşin bir diğer ilginç yanı bu soru söyleşilerimde en sık biçimde karşıma çıkan soru. Ben de hep Jack London’un Martin Eden’i örnek gösteriyorum. Martin Eden iyi bir yazar olmayı istediği için açlıkla karşı karşıya kalmasına karşın eline olanak geçtiği halde gazeteci olmak istemiyor. Doğrusunu isterseniz dil olarak gazetecilik edebiyatın tam karşısında durduğu bir yer, hatta düşmanı bile diyebilirim, ancak elde ettiğim birikimi, yazma deneyimini gazetecilikten elde ettiğimi söylemek istiyorum. Ve bu bana büyük bir kazanç. Gazetecilikteki saha çalışmalarım edebiyata dönüşümü çok önemli, beni tamamlıyor. Bunda roman disiplinini ve kuramsallığını öğrenmek için gösterdiğim çaba da göz ardı edilemez. Hiçbir meslek de insana bu donanımı veremez. Ben bu alanda biraz kıskançlık hissediyorum. Gel gelelim sorunuzun girişteki bölüme. Evet, “Tavhane Çocukları”nda kenar mahalle jargonu, hayatları kriminal boyutta seyreden kahramanların kullandığı dil, sokak jargonu işlendiği doğru. Gazeteci kimliğimin ve tecrübelerimin yansıdığı da doğru. Çünkü ben bu romanı yazarken belgesel yapma adına saha çalışması yapmıştım. Belgeseli yapamadım ama bu yaptığım çalışma bende Tavhane Çocukları’nı sağlam temel üzerinde çatmamı sağladı.
Yaratıcısı olduğunuz karakterlerinizin roman bittikten sonra size ihtiyaç duymadan ayaklarının üstünde durduklarını düşünüyor musunuz?
Kesinlikle. Örneğin Tavhane Çocukları’ndaki karakterlere belki elinizi uzatsanız değebilirsiniz, yanınıza dikkatle baktığınızda görebilirsiniz. Aslında ben bu yeniçağda hayatın her alanında teknolojinin olanaklarından yararlanan egemen güçlerin yalanı gerçeklik olarak yutturduğu bu döneme itiraz edenlerin varlığının var olduğunu anlatmak istedim. Bir nevi bu çocukları günümüzün İnce Memed’leri bu çocuklar. Kimsesiz, güçsüz, aç bilaç, yoksul, kaçkın, düşkün ama umutları hep var olan ve bu uğurda kendince çabalayan çocukların görünmesini istedim. Okurlarımın birçoğu romanı bitirdiğinde bana geri dönüşlerinde, söyledikleri şey şu: O kadar canlılardı ki, elimi uzatıp kitap sayfalarından o Kopuk’u o Encam’ı o Gazeteci Elif’i çıkarmak istedim. Bu karakterleri dışarıda her zaman gördüğümüz sıradan karakterler, her gün karşılaştıklarımız ve bizim tanıdığımız insanlar bunlar.
Toplumun kentsel dönüşüm öncesi devlet tarafından kenara itilmiş; ekonomik anlamda da geri bırakılmış, yerinden yurdundan göçertilmiş, handiyse açık hava sanatoryumu şeklinde gördüğü Ankara Bentderesi vb. yerlerin (oradakilerin!) kayıt dışı olmalarından kaynaklı açığa çıkmayan o büyük potansiyellerini, gürültülü aşklarını, kendilerine ziyan kavgalarını, güç gösterilerini, uyuşturucuyla kader gibi yaşadıkları bağlarını daha bir sıkı tutarak bu yok sayıldıkları adaletsiz cenderede hayata tutunmaya çalışıyorlar romanda… “Tavhane Çocukları”nı, bu zorlu yaşamlara edebiyat cephesinden bir selam çakma olarak okumak mümkün mü?
Tespitiniz çok doğru. Hatta “selam çakma”dan öte. Aslında Tavhane Çocukları gerek içeriğiyle gerek kurulan diliyle modern edebiyatın içindeki duruşuyla sizin işaret ettiğiniz günümüz edebiyat cephesini bozma girişimi, bir anlamda.
Tavhane Çocukları romanında, zurna aletinin merkezde olduğu; müziğin coşkun ruhuyla edebiyatın terütaze seviştiği bir atmosfer hâkim… “Çocuklar” ve “müzik”, savaşların felaketine maruz bırakılan geleceğimizi, müziğin evrensel diliyle iyileştirmek mümkünmüş gibi geliyor romanda… Artık üçüncü dünya savaşı provalarının kanlı canlı yaşandığı günümüzde sanatla (müzik ve edebiyatla) insanların yarattığı bilumum kötülükleri sanatla sağaltmak mümkün mü?
Evet mümkün. Evet, sanat, edebiyat belki bu acı dolu ve çirkin bir dünyayı değiştiremez, ancak bu acı dolu ve çirkin bir dünyayı değiştirecek düşünceyi insanlara verebilir, o iklimi yaratabilir ve o iklimde solunum yapılmasını sağlar. Ben sanat uğraşısı ve edimi içerisinde müziğin öncü bir gücünü olduğuna hep inandım. Sanatın diğer tüm kollarından en çok etkileyici koldur, müzik. Çocuklara gelince… Çocukların bu dünyada varlığı; hepimiz için yani insanlık için bir nimet. Evet, savaşta en çok onlar kırılıyor, kötü siyasetle yönetilen ülkelerde en çok çocuklar zarar görüyor, ölüyor, yaralanıyor. Onların bu zayıflığı ve bu çaresizliği aslında bize yol gösteriyor. Dünyanın en güçlü ülkeler bile, çocuklar karşısında sonunda geri adım atmak zorunda kalıyor. Çocuklar dünyanın geleceği ve vicdanıdır, çünkü.
Hayatlarımıza kasteden ve bizleri evlerimize hapseden pandemi süreci hakkında ne düşünüyorsunuz? Bu netameli süreçten payınıza neler düştü?
Ben aslında evde yalnız yaşamayı seven bir insanım. Yaşamaya geç kalmışım gibi yaşarım. Bu nedenle büyük salgın döneminde okuma ve yazma anlamında eksiklerimi tamamlama fırsatım oldu. Bol bol hem okudum hem yazdım.
İleriye dönük projeleriniz nelerdir?
Şu anda iki roman ve bir önemli siyasetçiyle nehir röportaj projesi var… Romanlar aklımda. Nehir söyleşi projesiyse tam kesinleşmiş değil. Şunu şimdi söyleyebilirim ki romanlarımdan biri şimdiye kadar yazdıklarımdan çok farklı olacak. Sorun romanlarımdan hangisine önce başlamam gerektiğine karar veremem.
Sormayı unuttuğum ve sizin de cevaplamak istediğiniz bir konu varsa son sözü size bırakıyorum artık… Teşekkürler Adnan Gerger.
Soracak bütün soruları sordunuz zaten. Ben bu emeğinize yüreğimle teşekkür ediyorum.
Adnan Gerger hakkında
1958 yılında Diyarbakır-Hani’de doğdu. Suruç’ta liseyi bitirdi. A.Ü. Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Fransız Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde okurken profesyonel olarak gazeteciliğe başladı. “Iraktı O gece” adlı öyküsüyle Aykırı Öykü Ödülü’nü, “Faili Meçhul Öfke” adlı romanıyla 2010 Yunus Nadi Roman Ödülü’nü, Dil Derneği 2018 Onur Ödülü’nü kazandı. Çok sayıda ‘Yılın Gazetecisi, “Yılın Haberi’ ödüllerinin yanı sıra Sedat Simavi, Uğur Mumcu, Musa Anter, Metin Göktepe, Mahmut Tali Öngören ve Yavuz Gökmen anısına verilen ödüllere layık görüldü. Beşi roman olmak üzere 16 yapıtı var. Edebiyat dergilerine düşünsel yazılarıyla katılım sağlamaya devam ediyor.
edebiyathaber.net (7 Nisan 2022)