Ağaçları seyrederken ölümü üstlenmek  | Doğu Kaska

Haziran 25, 2024

Ağaçları seyrederken ölümü üstlenmek  | Doğu Kaska

Binbir Gece Masalları ölümden kaçışın öyküleridir. Yaşama tutunmakta ısrarlı ve yaşamak için mücadele veren bir kadının çabasıdır. Ölüm ve yaşam ilişkisi insanların kafasını hep kurcaladığı gibi bunu şiir, masal ve öykülerle çözmeye çalışmak istemişlerdir.

Bugün hala bu çelişki üzerine sağlam taşlarla kurgulanmış eserlerin ilgi çekiciliği gücünü koruyor. Mustafa Orman son kitabında ölüm ve yaşam çelişkisinden çok direkt ölüm ve ölümü karşı karşıya getiriyor. Yaşanan acıları duyarsızlaştıracak birer malzemeye dönüştürmeden ölümden çıkarabilecek bir umut varsa onun karanlığına dalıyor çünkü karanlık doğmaz, doğan aydınlıktır ve ölüm karanlığın sesiyse ancak onun kucağına kendinizi bırakarak çekip çıkarabiliriz yaşamı. Bu ölümü tatmak mıdır? Öyle olduğunu sanmıyorum. Ölümü tatmak, ölmek değildir. Ölümün tadını ölen değil ancak yaşayan alabilir. Yitip giden zaman, yitip giden anılar ve yitip giden insanlar bunu bize tattırır. Bu tadın damağımda bıraktığı acı ve hüznü ancak yaşamak söküp alabilir. İnsanlar, evde biriktirdiği yaralar, anılar ve seslerle evini kimi zaman sırtında taşır. Yas, bir evi yıkabilir de. Evin ölümü, kökünü yaşamın her bir noktasını dağıtan ağaçları seyrettiriyorsa, tüm geride bırakılanlarla ölümü üstlenmektir bu. Ölümle karşı karşıya kalmak, onu üstlenebilecek gücü dahi kendiyle getirir.

Mustafa Orman, Epikür’ün deyimiyle ölüm bizim için bir hiçtir zira biz varsak o yok, o varsa da biz yokuz, fikrinden yola çıkıp, ölümü bir gerçeklik olarak bilinçli bir şekilde ele aldığı kadar, öyküleri üzerinden de ölümü yok sayıyor. Yaşamın sancısını bir mezar taşına saplıyor. Zaten Annie Ernaux’dan yaptığı alıntı bu açıdan anlamlıdır, “Annem hakkında yazıyorum çünkü onu dünyaya getirme sırası sanırım bende.” Bu yaşama devam etme arzusunu barındırıyor içinde. Doğmak, doğurmak, ölümsüzlüğü aramak, defnetmek ve ardından defnettiğini doğurma sancısı… Çünkü, Montaigne’nin dediği gibi, Ölüm fikrine alışmanın en iyi yolu onunla burun buruna gelmektir. Buradaki doğurma ölümle burun buruna gelme fırsatını veriyor ancak sizi ölüme teslim etmiyor.

Gılgameş’in ölümsüzlüğü bulmak için yola düşmesi, yaşama bir anlam katmak içindi belki de. Yaşamın amacı ölmek olamaz, bunu söylüyor olamaz mıydı? Orman, ölümsüzlüğün peşine düşmüyor ya da yeniden yaşatmak gayesi gütmüyor. Yaşamın var olan zamanda değerli olduğu bilinciyle ölümden dahi bir umut kırıntısı çıkarmak için bir mezar taşını dağlardan yuvarlıyor. Ancak dağlar musallayı paramparça edebilir, ancak o zirvedeyken her şeye yakın ve yine her şeye uzaksındır.

Mustafa Orman Annem Gittiğinden Beri Çiçek Ekmiyoruz Bahçeye adlı romanında da sınırlarda ölümü kovalayan kaçakçıları anlatırken, yine ölümün insanda yarattığı dehşeti güçlü bir şekilde ortaya koyuyordu. Cenazeleri depolamak, bunları ailelerine satmak bizde tuhaf ve korkunç bir duygu yaratırken, doğurduğu bu rahatsızlık cenazeye değer biçtiğimiz, ölülerden korktuğumuz veya “Ceset sadece çürüdüğü ve etrafı kirlettiği için değil canlıyla cansız arasında tuhaf bir ara katman yarattığı için de rahatsız edicidir.”[1] Ancak Orman Ev Öldü Ben Ağaçları Seyrettim öykü kitabında, cesetleri ortadan kaldırmış ve sadece ölüm gerçeğini, yaşamın anlam bulması için bir aracı olarak görerek işlemiştir. Çünkü “Bir endişe ve dehşet kaynağı olan ceset ortadan kaldırılmalıdır ki bağlantının tamamen kopmuş olduğu ölü ile yeni bir ilişki kurabilmek mümkün olsun.”[2]

Her bir öykü yaratılan atmosferin daha da içine çekiyor sizi. Her öykü bitiminde kısa öyküler karşılıyor bizi. Daha güçlü kılmak ve metinleri pekiştirmek için bu kısa öyküler nefes almamızı sağlıyor.

Gölgeler taşır insanı, bir gövdeden önce. Şimdi bir ölüyüm. Böyle bir isme bile yakışmıyorum.” diyor anlatıcı. Gölgelerin varlığı, yaşadığımızın göstergesi olabilir mi? Gölgesiz bir ağaç düşünülebilir mi? Gölgeler, ruhumuzun gizli tanıklarıdır. Bizi her zaman takip ederler. “Ölülerin gölgeleri, ve henüz doğmamışların gölgeleri de, insana tüm yaşamı boyunca görünmez bir biçimde eşlik etmektedir.”[3]

 Bazen gölgemizi dahi kaybederiz ya da yarım bir gölgeye sahibizdir. Bir evden taşınmak bile orada bıraktıklarımızı anlatır bize sadece. Bir de ev öldüyse eğer Peter Schlemihl gibi kaybettiğimiz gölgemizi ararız. Sorular peşimizi bırakmıyorken, her şeye bir anlam yüklemeye çalışırız, ölümü daha sırtımızdan yere indirememişken. “Annen yok, kim sulamış olabilir avluyu?” Hayata karşı mücadelede yorgun düşeriz. Kırılırız. Tüketiriz. Tükeniriz. Kaybettiklerimiz olur. Yaşıyoruzdur ama sorarız kendimize, kurtulmak mı ölümdür yoksa ölmek mi kurtulmaktır kendi yaşam öykümüzde. Bunu cevaplamaya çalışmaz bu öykülerde Mustafa Orman. Bu beyhude bir çabadır. Öyküsünün içine çeker bizi ve alın elinize ölümü, der. Durduramayız ama anlayabiliriz, demektir bu davet. Ağacın gölgesini, evin, insanın gölgesini yükler sırtımıza. Hatta özlemin, sınırların, hasretin, ülkenin ve ülkesizliğin gölgesini de ekler bunlara. “Sen bana bakaydın, ben sana bakaydım, gölgene karışıp da sana sahip olaydım anacığım.” der. Birbirine karışmak, yaşamaktır. Gölgemiz bizi taşıdığı kadar biz de gölgemizi ve birlikte yitip giden zamanımızı, ecelimizi de taşırız. Gölge hem yaşamı hem de ölümü içinde barındırmak konusunda mahirdir. Mesela Sinesinde Bir Dağ Büyür öyküsünde “dama astıkları bayrak eve düşen karanlığa bir karanlık daha eklemişti.” der, bayrağın gölgesi eve ölümü düşürmüştür, karanlıkla kaplamıştır. Kitapla aynı ismi taşıyan öyküdeyse “İnsan gaddar yanını konuşturur. Dağa küsmez ama dağın gölgesini unutur, büyüklük taslar.” der. Dağın gölgesini unutmak, sırtını yasladığın dayanağın kalmaması demek. Ona büyüklük taslamak, eteğinde tavşan olmak demek. Dağ, unutulmayı kabul etmez.  “Zaman, kırıyor bizleri.” der anlatıcımız, “Dağılan evlere, bağlara bakıyorum. Ev ile bağdan yana dağılmışım. Ne evim var ne bağım. Bağlarımı kopardılar. Üzüm bağlarının dallarına takılan günlerime dönüyorum.”

Kahramanımız haykırır ama kimse duymaz onu. İçine içine konuşur. Uyumlu değildir kimseyle. Cenaze evindeki insanlara bakışından, yorumlarından bunu anlarız. “Dünya boş ve yoksul senin gözlerinde.” der. Kimse onu duymaz. İnsanın ölünce sevilmesi ona sahtekâr bir tutum olarak gelir. Annesini öldürmemek için bunu yaptıkları tespiti anlamlıdır, bir zamanlar esaslı bir toplumsal gösteri olan yas, artık ölümü etkisizleştirmeye yarayan psikolojik bir işleme dönüşmüştür.[4] Avluyu döverler ve aslında hiçbirimizin görmediği bir gölge daha düşer eve. Bu gölge anlatıcının sırtına yüklenir. Avluya düşen gölge sırtına binen bir ağırlık daha demekken, cenazedeki herkesi görmesini sağlayan bir aydınlığa dönüşür. Avlu bir geçiştir. Kör Baykuş romanında da insanlara ve dünyaya aynı bakış açısıyla bakar anlatıcı. “Bu dünyanın benim için değil, bir avuç hayâsız, yüzsüz, dilenci tabiatlı, çokbilmiş, kabadayı, gözü gönlü aç insanlar için olduğunu hissediyordum. Bunlar dünyaya uyumlu olarak gelmişlerdi…”[5]  

Kendisi öldürüleceğini bile bile o eve gider. Ev, eski ev değildir. Geride kalan hiçbir şey eskisi gibi olamaz. “Annen gitmiş, evin kokusunu da götürmüş.” Evin kokusu nedir? Nasıldır? Ev aslında anlatıcının gözünde annesini bıraktığı yerdir. Annesinin o evde artık olmayışı, evin anlamını silip atar gözünde. Bu yüzden “Ev, içindekilerle birlikte ezilmişti.” der. Artık evde olanlar gölgesizdir. İsteyen Peter Schlemihl gibi gölgesini aramaya çıkar, isteyen toprağın kokusunun, eski evin kokusunu bastırdığı bu evde yaşamaya ya da aslında ölmeye devam eder. Anne, evle bütünleşmiştir. Ev, onun gölgesi altındadır. O yoksa evin, evin içindekilerin hiçbir anlamı yoktur. Kitapla aynı ismi taşıyan öyküde “Ev anneymiş, anne evmiş, bahçe hayatmış.” demesi anlamlıdır.

Erkek kardeşi, gitmesini söyler, öldürecekler seni, der. Ancak o gelmeyi tercih etmiştir. Kahramanımız, her daim görünmez mevcudiyetini üzerimizde hissetsek dahi ölümle hiç tanışmayacağız çünkü ne zaman onu anlamaya kalksak onu dünyada olmakta olan bir hadiseymiş gibi düşünürüz. Fakat ölüm kimin başına geliyorsa onu silip geçmekten başka bir şey yapmıyor,[6] yapmadığının da farkındadır. Bunu da, “Ha ölmüşüm ha kalmışım, ne fark eder. Yabancı bir kentte, bir pencere kenarında tanıdık birini aramak nedir, bilir misin?” diye açıklar. Öleceğini bilerek gelmiştir. Ölümü umursamamıştır çünkü yabancı bir kentte, bir pencere kenarında kalmak daha korkutucudur. Yalnızlık, ölümden daha katlanılmaz olabilir. Ölen, yalnızlığı hissetmez artık ama biz yalnızlığımızı köküne kadar yaşarken, ölenin toprakla bütünleşmeye çalışan yalnızlığını da hissederiz. Başkalarının ölümü bizi yaralar çünkü varoluşumuzun saklı yüzü olan kendi sonluluğumuzu hatırlatır bize.[7] Toprağın kokusu bu yüzden eski evin kokusunu bastırır. Evin eski kokusu, toprağın yeni kokusudur. Toprak evin kokusunu bastırarak, içerde yaşayanları zehirlemeye başlar artık. Bu yüzden ev ezilmiştir, avlu dövülmüştür. “Sandım ki evler ayaktayken yıkıntılar içinde olmayacakmışız.” Oysa, dimdik duran bir ev dahi harabeye dönmüş olabilir çünkü evi ayakta tutan sadece kolonları değildir.

İlk öykü bittikten sonra Avlu adlı kısa öyküyle nefes alırız. İlk nefesin, ara öykünün, avluda verilmesi öylesine bir seçim değildir. Avlu evle bahçe arasındaki koridordur. Açıklık ve kapalılık arasındaki yoldur. Duvarla, duvarın ardında kalan yerdir. Avlu arada kalmaktır. Anlatıcının avludayken annesine olan sevgi ve öfkesini aynı anda düşünmesi bu arada kalmışlığın yansımasıdır. Ne içerde ne dışarda olmaktır. Avluya girilebilir ama evin sahibi sizi eve davet etmeyebilir.

Ev Öldü Ben Ağaçları Seyrettim adlı öyküde yine ölüm vardır, yine yas evi vardır. Bu sefer ki kahramanımız “Ben göğün, çıplak tepelerin, salkım salkım bükülmüş meyve ağaçlarının, yamaçlardan vadilere sokulan ormanların insanıydım. Bu soğuk betonların arasında ne işim vardı?” diyerek, avluyla bağını koparır. Onun için ev vardır, bahçe vardır. Arada kalmış bir avlu onun için beton yığınıdır sadece. Evle, bahçe arasında bir boşluk istemez. İkinci ara öykünün bu yüzden adı Bahçe’dir.

Bahçenin gölgesi, ağaçların gölgesiyle bir bütündür. Ancak ağaç, diğer ağaçları çürütüyorsa, yavaş yavaş bahçe ölmeye mahkûmdur. Avlu aradan kaldırılmıştır. “Bahçe öldü, ev yalnız kaldı.” diyordur ama yine de Ağaçlarla büyüyorduk birbirimizin içine köklerimizi yayarak.” bunu da biliyordur.

Sırtımıza yüklediğimiz ev ölen bir anının, insanın izlerinin toplamıysa, avlu artık olmadığımız yerin kapısıdır sadece. Ev yoksa, tek başına bir kapı da anlamsızdır artık.


[1] Françoise Dastur – Ölümle Yüzleşmek Felsefi Bir Soruşturma (Çev: Sinan Oruç – Pinhan Yay.)

[2] A.g.e

[3] A.g.e

[4] A.g.e

[5] Sâdık Hidâyet – Kör Baykuş (Çev: Behçet Necatigil – YKY)

[6] Françoise Dastur – Ölümle Yüzleşmek Felsefi Bir Soruşturma (Çev: Sinan Oruç – Pinhan Yay.)

[7] A.g.e

Yorum yapın