
“Dün her şey daha güzeldi/Ağaçlarda müzik/Saçlarımda rüzgar/Ve senin ellerinde/Güneş” cümleleriyle açılıyor Agota Kristof’un Dün başlıklı kısa romanı. Okumayı bitirdiğimde zihnimde yankılanan, uçuşan duygular beni bu satırları yazmaya itti. 2019’da Yapı Kredi Yayınları etiketiyle çıkmış roman seksen dört sayfa, çevirmeni Ayşe İnce Kurşunlu. Bu kadar kolay, rahat akmasının bir nedeni de çevirinin kusursuzluğu. Sevgili Ayşe İnce Kurşunlu’yu da tebrik etmeden geçmek istemem.
Agota Kristof 1935’te Macaristan’da doğdu. 27 Temmuz 2011’de İsviçre’de öldü. 1956’da, yirmi bir yaşındayken Stalin karşıtı sosyalist işçilerin rejimi devirmek için çıkardığı ayaklanma, Sovyet ordusu tarafından bastırılınca, siyaseten faal olan kocası ve dört aylık çocuklarıyla İsviçre’ye kaçarlar. Bir yandan bir fabrikada çalışır diğer yandan Fransızca öğrenir. Fransızca öğrenince 1970’li yıllarda tiyatro oyunları yazdı. 1986 yılında üçlemesinin ilk kitabı Büyük Defter ile büyük başarı kazandı. Sırasıyla Kanıt ve Üçüncü Yalan yayımlandı. Her biri Avrupa’da büyük ses getiren romanlarını 1996’da Dün izledi.
Dün’ü okuduktan sonra aklıma yaz aylarında içtiğimiz konsantre meyve suları geldi. Hani bir bardağa beş bardak su ekleyip koca bir sürahi elde ettiğimiz o ürün. Agota da öyle yazıyor, öyle yoğun, öyle lezzetli, öyle hacimli, okudukça açılan çoğalan. Açtığı her parantez için sayfalar yazılacak ve ne yazsa okuma isteği uyandıran biri. Yazarın hayatındaki detaylara haiz olunca, bu romanın otobiyografik bir eser olduğunu söyleyebilirim. Bir farkla, kahramanımız erkek. Annesi bedenini kiralayarak geçinen, Tobias, babasının okuldaki öğretmeni ve çocukluk aşkının ise kız kardeşi olduğunu öğrenir. Ve bir gece babası ve annesini bıçaklayıp evden kaçar. İsmini değiştirir, ülke değiştirir, büyür ve yaşama tutunur sonunda İsviçre’deki bir saat fabrikasında işçi olur. On yıl boyunca aynı deliği aynı yere açar, her sabah ve her akşam, her pazartesi, her salı, her çarşamba, her perşembe ve her cuma. Çalışmadan kalan zamanlarında Fransızca öğrenir ve şiirler yazar. Roman ilerledikçe, ülkesinden gelen mültecilerin sayısının arttığını öğreniyoruz. Mahkemelerde vatandaşları için yaptığı çevirmenlik işi bütçesine ek katkı olur. Bu vesileyle tanıştığı mülteci arkadaşları ile cumartesi günleri buluştuğu bistroda onların yaşadıklarına da tanıklık eder. Bir süre sonra bir kısmı hayatına son verir, bir kısmı da ülkesine geri döner. Yaşayamadıkları o umut dolu hayattan intikamlarını kendilerini öldürerek alırlar. Öfkelerini diğerlerinin üstüne boca etmezler.
Babasız, mülteci, fakir gibi klişe bir konuyu bir saatin işleyişi gibi tıkır tıkır bir ritm ile anlatıyor Agota. Kısa kısa cümleleri biraz daha uzunları izliyor. Hiç klişe gelmiyor bize anlatılan bu hikâye. Bu kadar sade ve tasarruflu sözcük kullanımında yazdığı dili sonradan öğrenmesi mi etkili olmuş diye düşünmeden edemedim. Hatta bir bölüm sonundaki şu satırlar bana bir tiyatro eseri okuyormuşum izlenimi verdi: “Kalkıyor. Çıkıyor. Kapı kapanıyor.” Dikkatimi çeken diğer bir nokta mekan ve karakter betimlemelerine pek yüz vermemesi. Okuyucuyu istediği yerde hayal kurup, Agota’nın kurduğu dünyaya kendi renklerini katıyor.
Hayata dair her şeyin yer aldığı romanındaki açtığı her parantez, okuyucuyu uzun uzun düşündürüyor:
“Ölmeyi gerçekten isteseydim ölmüş olurdum. Yalnızca dinlenmek istiyordum. Hayata öyle devam edemiyordum: Fabrika ve diğerleri, Line’nin yokluğu, umutsuzluk. Her sabah beşte uyanmak, yürümek, otobüse yetişmek için koşmak, kırk dakikalık yol, dördüncü köye varış, fabrikanın dört duvarının arasına sıkışmak. Gri önlüğü giyme telaşı, itiş kakışlar arasında kart basmak, makineme doğru koşmak, makineyi çalıştırmak, deliği mümkün olduğunca çabuk delmek, delmek, delmek, hep aynı tür parçaya aynı deliği delmek, mümkünse günde on bin kez, maaşlarımız bu hıza bağlı, tıpkı hayatlarımız gibi.”
Her geçen gün daha çok makineleştiğimiz bugünlerde, kaybettiğimiz hayatın anlamını bir an önce bulmamız dileğiyle…
edebiyathaber.net (11 Şubat 2025)