Geçenlerde Beyoğlu Şiir Durakları etkinlikleri kapsamında Haluk Oral ve Turgay Anar’la birlikte Adnan Özer yönetiminde Beyoğlu’nun Şiir Tarihi’ni konuştuk. Tabii söz döndü dolaştı Beyoğlu’nda takıldığımız mekanlara geldi. Beyoğlu bilindiği gibi kültür ve sanatın merkezidir. Bir zamanlar Türkiye’nin en çok kahvehanesi Beyoğlu’nda bulunurmuş. Lokanta, meyhane dediniz mi de akla hemen Beyoğlu gelir. Şiir tarihine baktığımızda da şairlerin hep Beyoğlu’nda toplanıp buluştuğunu görürüz. Tokatlıyan ve Pera Palas otellerinden, Nisuaz, Baylan gibi pastanelere, Degüstasyon, Lambo gibi meyhanelere onlarca yerin ismini saymak mümkün. Usta yazarların anılarında bu mekanlar hakkında ayrıntılı bilgiler var. ‘Tek bir kitap öner,’ derseniz, Salâh Birsel’in ‘Ah Beyoğlu Vah Beyoğlu’sunu öneririm. Salâh Bey, Beyoğlu’nun geçmişini pek güzel anlatır.
70’li yılların sonunda, yani benim ilk gençlik çağlarımda Beyoğlu pek gözde bir yer değildi. Bunda iki etken önemli olabilir, birincisi seks komedi filmleri furyası, ikincisi hızla yaygınlaşan birahaneler. İstiklâl Caddesi hem sinemaları hem tiyatrolarıyla hem de ünlü markaların mağazalarıyla İstanbulluların gitmeyi ayrıcalık saydığı bir yerden müptezel bir yere dönüşmüştü.
Kızıltoprak’ta yani Anadolu yakasında oturuyorduk ve biz gençler için İstiklâl Caddesi hâlâ çekiciliğini koruyordu. Çünkü birahaneleri de o filmleri de merak ediyorduk. Cumartesileri yarım gün ders yapıldığı zamanlardı, okuldan çıktık mı hemen Beyoğlu’na giderdik.
Sinemalarda Arzu Okay’lı, Mine Mutlu’lu filmler izler, Sander ve Haşet kitapevlerine bakar, Çiçek Pasajı’nın girişinde ayakta bira içerdik. Paramız o kadarına yeterdi. Daha sonra yine pasajda olan Entelektüel Cavit’i keşfedecektik. Cavit efendiliği ve kültürü ile örnek biriydi. Müşteri ayırmaz, bir bira içip gidecek birine bile ilgiyle servis yapardı. Biz de ancak bir, bilemedin iki biralık bütçeye sahiptik. Arjantin denilen içine votka katılan biralar da modaydı.
İlk gittiğim meyhane Yakup’un Sofyalı Sokak’taki üç dört masalık küçük mekanıydı. Henüz ünü çok yayılmamış ve Yakup 2’yi açmamıştı. Sonradan o dükkâna geçecek olan Refik Amca Asmalı Mescit Sokağı’nın hemen girişindeydi. Kalamış’ta Köhne’ye takıldığımız zamanlardı. Felsefeci şair abimiz rahmetli Yılmaz Öner’in liderliğinde Taner Ay, Sadık Türksavaş gibi Köhne müdavimlerinden oluşan bir ekiple çok karlı bir günün öğleden sonrası Karaköy’den Beyoğlu’na tırmandığımızı anımsıyorum. Yakup’a ulaştığımızda garsonlar ve aşçı kartopu oynuyordu. Bütçemiz hep kısıtlı olurdu. İki üç mezeyle idare eder, büyük rakıyı Yakup’un meşhur acı hardalına bandığımız ekmek parçalarıyla bitirirdik. Yakup o gün çok içip sarhoş olanlara imzalattığı defteri de göstermişti.
Balıkpazarı’nı kesen caddedeki Merih de ucuzluğu ile tercih ettiğimiz lokantalardandı. Oranın gediklisi esnafı da severdim. Tam bir halk meyhanesiydi. Tabii mezenizi alıp gidebileceğiniz Pano Şaraphanesi en ucuzuydu. Balıkpazarı’ndaki yazarların uğrak yeri olarak bilinen Cumhuriyet Meyhanesi’ne pek gitmezdik. Garsonlarıyla kanımız uyuşmamıştı, yemeğini, servisini de sevmezdik. Daha çok Ece Ayhan gibi bir tanıdık “orada buluşalım” derse, uzun masalarda, kalabalık gruplarla buluştuğumuz yerlerdendi.
Balık Pazarı’ndaki meyhane ve birahanelerde de dışarıdan meze, yemek getirme, balıkçılardan balık aldırıp pişirtme gibi usuller vardı. Fırından yeni çıkmış kelleleri ayıklatıp yemek adettendi. Zaten Çiçek Pasajı’nda sürekli yiyecek satanlar dolaşırdı. Mehmet Amca’nın midye dolmalarına doyum olmazdı. Çolak fıstıkçıdan da sıcak, yeni kavrulmuş fıstık alırdık. Midye tava tezgahlarından başka karides, yengeç satanlar da vardı. Akordeonuyla Madam Anahit, cümbüşüyle Kör Hafız gibi çalgıcılar dolaşırdı masaları. Viskiye piyango çektirenler, eve geç kalmış ve kendini affettirmek isteyen sarhoşlara oyuncak ve garip süs eşyaları satan satıcılar eksik olmazdı. Gecenin bir vakti Hüseyin Avni Dede’yi Tokatlıyan’ın önündeki tezgahında şiir kitaplarını imzalarken bulabilirdiniz.
Edip Cansever, Cihat Burak gibi ustaların mekânı Krepen Pasajı’ndaki meyhanelere yetişememiştik. Krepen yıkılıp yerine sahaflara mekân olacak Aslıhan Çarşısı açılınca oradaki meyhanelerden bazıları Nevizade sokağına taşınmıştı. Yorgo’nun İmroz’u favori mekânlarımızdan oldu. İmroz’da eski usule uygun olarak yan yana masalarda oturulurdu. Tek başına gidip içkinizi içebilir, hemen yanınızda oturanlarla dostluk kurabilirdiniz. Her meyhanenin böyle bir iki tek atmaya gelen müdavimleri vardı. Yakup 2’nin uzun barı da bu görevi görürdü. Ressamlarla, opera sanatçılarıyla da, gemiciler ya da marangozlarla da tanışıp sohbet edebilirdiniz. AKM’deki temsilden makyajını bile silmeden pelerinine bürünüp gelen Gündüz Bey hala belleğimde.
Hasnun Galip sokaktaki Dostlar Birahanesi’ne Mahir Öztaş, Faruk Şüyün, Ufuk Üsterman gibi arkadaşlarla giderdik. 12 Eylül sonrasının sokağa çıkma yasaklarında bu salaş birahanede son dakikaya kadar derin sohbetlere dalıp bira içmeye devam ettiğimizi anımsıyorum. Dönüş yolunda polis kontörlüne takılıp “Gazeteciyiz, görevden dönüyoruz!” mavalını atmak sıradan bir olaydı.
Ama o yıllarda Beyoğlu’nda bir pastanede oturduğumu hiç anımsamıyorum. Sanırım edebiyat dünyası çoktan Beyoğlu’ndan elini ayağını çekmişti, bizim de alışkanlıklarımız arasında pastanede buluşmak yoktu. Bütçelerimize uymazdı çay içip pasta yemek.
80’lerin başında Ankara’dan İstanbul’a dönen Attilâ İlhan pastane geleneğini sürdürmüş Cafe Bulvar, Opera Pastanesi, Gezi Pastanesi ve nihayet Divan’da her gün sabahları görülmeye başlanmıştı. Sık sık Attilâ İlhan’ın masasına konuk olur, hoş sohbetinden faydalanırdım.
Üniversite yıllarımızda her gün gittiğimiz mekanlar önce Sultanahmet’in çay bahçeleri, sonra da Çorululu Ali Paşa Medresesi’ndeki Erenler Kıraathanesi oldu. Gazeteler, dergiler, yayınevleri hala Cağaloğlu’ndaydı. Randevusuz dergilerin, yayınevlerinin kapısını çalabilirdiniz. Akşamüzeri, Mehmet Müfit ve Tuğrul Tanyol’la Kadıköy’e dönerken mutlaka Varlık’a ya da Gösteri’ye uğradığımızı anlatmıştım bir yazımda. Günü Kadıköy’deki Merkez Kıraathanesi’nde noktalardık.
Dönemin gözde mekânı Gazeteciler Cemiyeti’nin lokaliydi. Cemal Süreya, Muzaffer Buyrukçu ve arkadaşlarının masalarına ilişmek mümkündü. Öğle rakısını içenlerle başlayan servis akşamüstü işten çıkıp uğrayan gazetecilerle yoğunlaşırdı.
Hulki Aktunç ve Can Yücel’le Çınar Lokantası’nda buluştuğumuzu anımsıyorum. Yokuştan aşağı inerken bir dizi lokanta ve Sirkeci Gar Lokantası da sevilen mekanlardandı. Bunların çoğu hem esnaf lokantası hem meyhane olarak çalışan mütevazı yerlerdi. Cağaloğlu Hamam’ının içinde de gazetecilerin takıldığı bir bar açılmıştı.
Biz kısıtlı bütçelerimizle ancak birahanelere gidebilirdik. Dünya hippilerinin gözdesi Sultanahmet’teki Lale Puding Shop son demlerini yaşıyordu. Oraya Hüseyin Avni Dede ile giderdik. Ama Kadıköy’de de iyi alternatifler vardı. Kadıköy sahili yanyana birahaneler ve meyhanelerle doluydu. Buradakilerin en bilineni Hatay Lokantasıdır ama Olimpiyat ve Münih gibi mekanlar da şair ve yazarlarca çok tercih edilirdi. Kadıköy çarşısının içindeki az sayıdaki mekâna, Fıçı gibi yerlere de gidiliyordu.
Bir de “Kadıköy Çiçek Pasajı” diye birkaç birahanenin yer aldığı küçük bir pasaj vardı. Mehmet Müfit, Tuğrul Tanyol, Oktay Taftalı, zaman zaman Merih Akoğul gibi karşı yakadan gelen arkadaşlarla çoğunlukla oradaki Oğuz 2 Birahanesi’ne giderdik. Hemen arka sokakta ise küçücük dükkanlarda tektekçiler vardı. Ayakta, çok uygun fiyata birkaç kadeh atmak mümkündü. Ama bizim derdimiz içki içmek değil sohbet etmek olduğu için onları pek tercih etmezdik.
80’lerin ikinci yarısında çalışıp para kazanmaya başlayınca hayatımıza barlar girmeye başladı. Başta sinema alemi olmak üzere tüm sanat çevrelerinin uğrağı yerler önce Papirüs, ardından Çiçek Bar’dı. Papirüs, Yeşilçam sokağında bir bodrumdu. Çiçek Bar ise bahçesiyle birlikte geniş ve ferah bir mekandı. Orada bir masada Tarık Akan ve Kemal Sunal’ı, diğerinde Yaşar Kemal ve Erdal Öz’ü görmek mümkündü.
Ortaköy’deki Ziya’nın yeni yeri açılmıştı. Çok şık bir mekandı. Hem Boğaz manzaralı restoranı hem de geniş bir barı vardı. Restoranda oturmaya bütçemiz yetmezdi ama barına sık takılırdık. Ziya gazetecilere indirim yapardı. Tuna Ötenel, Neşet Ruacan Oğuz Durukan gibi ustalardan caz müziği dinlenirdi. Nüket Ruacan’ı ilk orada dinlemiştim. Sıraselviler’deki Taksim Sanat Evi’nde de Sertap Erener ilk sahne denemelerini yapıyor, İngilizce şarkılar söylüyordu.
Ece Bar da o yılların en havalı ve lüks mekanlarındandı. Canlı müzik yapılırdı ve birden sahnede Sezen Aksu’yu görebilirdiniz. Oraya da işletmecisi Ece’nin himmeti sayesinde özel indirimle takılabilirdik.
İş çıkışı Faruk Şüyün, Aytekin Hatipoğlu, Barlas Özarıkça gibi gazeteci arkadaşlarla Gazeteciler Cemiyeti’nde buluşur, Yakup’da ya da Refik’de yemek yer, sonra Çiçek Bar’a ya da Ziya’ya uğrayıp, geceyi Levent’te Ece Bar’da noktalardık. Rotamıza Taksim ve Korupark’taki caz barlar, Bebek Bar, Şadırvan, Nişantaşı’nda Zihni gibi yerler, Ortaköy’de yeni açılmaya başlayan Çınarlı, Dünya gibi lokantalar girerdi. Galiba hayat çok daha ucuzdu, bira uygun fiyatta, rakı pahalı değildi. Aldığımız muhabir maaşları haftanın 5-6 gecesi yaptığımız bu turlara yeterdi, biz de genç ve zindeydik, hiç yorulmaz, sabah işimizde, masamızın başında olurduk.
edebiyathaber.net (24 Kasım 2021)