İçinde bulunduğumuz zaman çok güvenilmez artık… Ne güçler ayrılığına, ne ifade özgürlüğüne, ne de dini hoşgörüye… Hiçbirine güvenemez haldeyiz. İktidarların güç iddialarında bulunurken elimizden aldıkları özgürlüklerimizi düşününce… Siyasal çıkarların şekillendirdiği bu dünyada… Gelecekten bahsedemiyoruz bile. Oysa atalarımız umutlarını yatırmak için geleceği en güvenli yer olarak görmüşlerdi. Biz ise sadece korku, endişe ve kaygılarımızı yansıtıyoruz ona.
Ya şimdiki zaman… Sürekli olarak yaşanmamış ve hatırlanmayan bir hayata zorluyor bizi. Bulamadığımız anlam yokluğunu telafi etmek için de tüketmeye… Sürekli değişen etiketlerle dolu her tarafımız… Toni Morrison’un dediği gibi zenginlik olmadan insan olmanın ne demek olduğunu hayal etmekte ve deneyimlemekte özgürüz oysa… İnsan olmak! Onu unuttuk işte… Kalbimizin etik eğilimini, sahtekârlıktan tiksinme duygumuzu, hakikate olan iştahımızı… Kendimizi gölgemizle görmeyi ve tanımayı… Karanlık yüzümüzle yüzleşmeyi… Bunu yapamadığımız için ruhumuzda büyük bir tehdit oluşturuyor gölgemiz. Onunla bir yüzleşebilsek! İşte o zaman… Onu kontrol altına alabilir katlanmak zorunda kaldığımız adaletsizlikler ve acılar karşısında çaresizce teslim olmaktan kurtulabiliriz.
Geleceğimizi şekillendirmek… Bizim kontrolümüzde değil biliyorum. Çünkü gelecek diğer insanların onu nasıl değerlendireceği, ona nasıl katılacağı ve tüm bunların bizim geleceğe dair deneyimimizi nasıl etkileyeceği ile ilgili. Ya her şey kötüye gidiyor anlatısına karşı çıkan Solnit’in hatırlattığı o umut… Bilinmeyen ve bilinemeyecek olanın karşılaştığı… Tam da bu yüzden neyin kimin ne zaman önemli olacağını bilemesek de yine de üzerimize düşeni yapmak ve yaptığımız her şeyin önemli olduğuna inanmak zorundayız. Zamanın acımasız dalgaları tarihin kıyılarındaki kumdan bir yüz gibi silmeden bizi… Geçmişin tüm çarpıklıklarını, yalanlarını ve sırlarını açığa çıkarmalıyız. Gelecek olan geceyi aydınlatacak o meşaleyi bulmak için…
Etrafımızdaki tüm harabeler arasında daha mütevazı bir hayat biçimi arıyoruz aslında. İçimizde ve dışımızdaki zıt güçler onu her seferinde unutulmaya sürüklese de… Hayatı oluşturan bizim hikâyelerimiz… Anlatımız üzerinde tam bir kontrole sahip olamasak da onu yeniden yaratamaz mıyız? Ama öncelikle… Kim olduğumuzu ve ne demek istediğimizi söyleyebilecek bir dili icat etmemiz gerekiyor. Gücümüzü ortaya koyabilen ve bu güce getirilen kısıtlamalara karşı gelebilen dili… Duyulan ve kayda geçen…
Başkaları üzerinde tahakküm kurmadan, kibirlenmeden, farklı olanlardan korkmadan, kum havuzunda öğrendiğimiz nefretleri döndürmeden insan olmanın nasıl bir his olduğunu tekrar hatırlayabilsek… Hatırlatabilsek… En azından bizler… Farklı dünya arzusu duyanlar… Dünyanın seslerine yeni müzikler katan, gerçeklikle hafıza dilsiz kalmasın diye yeni sözcükler yaratanlar… Yeni dünyanın doğmasını sağlayamayacağız belki… En azından bu arzumuzun hayatta kalmasını sağlayamaz mıyız peki?
Hikâye anlatıcısı da hayatın sanata dönüştürmeye hazır olduğunu söylediğine göre… Haydi, o zaman… Neyi bekliyoruz ki!
“Bu kadar kolay kaybolmayacağım.
Kayboluşum, direnişin büyüyeceği canlı bir iz bırakacak”
Judith Butler
Kaynak:
https://www.themarginalian.org/2016/03/16/rebecca-solnit-hope-in-the-dark-2/
https://www.themarginalian.org/2015/07/21/toni-morrison-wellesley-commencement/
edebiyathaber.net (17 Ocak 2024)