Ahmet Altan’ın son çıkan kitabı “Bir Hayat Bir Hayata Değer” okuyucu üzerinde zevkle, incelikle derlenmiş bir duygu demeti etkisi bırakıyor.
Kitabın geneli tarihi kişilikler, klasik roman yazarları, onların unutulmaz kahramanları, sanatçılar ve bu ünlü adamların yaşamlarında iz bırakan kadınların kimi zaman da erkeklerin aşk acıları üzerine yazılmış denemelerden oluşuyor. Eser bu yönüyle okuyucunun duygularına olduğu kadar kültür birikimine de katkıda bulunuyor. Okuyucuyu edebiyat tarihinin sahne arkasına çekiyor ki burada ünlü kişiliklerin özel yaşamlarının şaşırtıcı sırlarına şahit oluyorsunuz.
Kitaptaki denemelerin hemen hepsi âdeta sürükleyici ve unutulmaz birer öykü tadında… Henüz ilk denemede tasvirlerin çekiciliği sizi kaçınılması imkânsız bir girdabın içine sokuyor. Bunlar, dimağda ani bir lezzet bırakarak hemen sonlanan, devamı olsaydı, dedirten cinsten: “Sarmaşıkların kızıllaşan yapraklarının uçlarında utangaç sarı dalgalanmalar var. Tembel bir balıkçı gibi uzanıyorum bazen hayatın kıyısına. Erimiş camdan bir deniz gibi derinlere doğru kararan düşüncelerimin içinde hafızamın kristal oltaları telaşsızca duruyor.”(Güzel Bir Sabah ve Siyah Kuğular…)
Nitekim yazar tasvire verdiği önemi, “insana bahşedilmiş en büyük hazlardan biri” cümlesiyle vurguluyor.
Yazarın kendine özgü anlatım şekli, dili kullanışındaki esneklik ve akıcılık yazıların büyüsüyle birleştiğinde içinizde kitabı almakla kendinize çok özel bir armağan vermiş olduğunuz duygusu uyanıyor: “Edebiyatın fahişeleşmiş kelimelerinden leylak, o muhteşem kokusuna rağmen öylesine çok ve öylesine hoyratça kullanılmış ki hiçbir yazar artık alay konusu olmayı göze almadan yanaşamaz bu kelimeye. Ve, sabah leylak kokuyor. “(Sular Ne Güzelse…)
Ahmet Altan, en az erkek ruhuna olduğu kadar kadın ruhuna da sızabilmekteki başarısını bu eserinde bir kez daha ispatlıyor. Bu yönüyle eser, psikolojik bir derinlik de kazanıyor:”Sevdiği erkeğin yanında sıkılacağından korkmaz âşık bir kadın hatta bu ihtimali sevecen bir gülümsemeyle, aşkın duraklayıp soluklandığı sakin bir menzil, insanın içini ferahlatan güzel ve durağan bir dağ manzarası gibi düşünür, o sıkıntıda bile bir aşkın ortaklığını bulur.”(Seni En Çok Ben Severim…)
Kitapta sadece romantik aşk yok; örneğin yazar denemelerinden birinde aşk ve felsefe ilişkisini ele alarak ilginç düşünceler sergiliyor: “Düşünsenize, “Saf Aklın Eleştirisi” kitabını yazan ve hayatında bir tek kez bile bir kadınla birlikte olmamış Kant, “Saf Duygunun Eleştirisi”ni yazsaydı nasıl bir kitap çıkardı ortaya.” (Aşk, Felsefe ve Reddedilmek)
Ahmet Altan, Alexandre Dumas’ın ünlü eseri “Kamelyalı Kadın”ı yazmasındaki sır perdesini araladığında genç yazar Alexandre’nin yaşanmış hikâyesiyle de kendisine güvenen kimi erkeklerin bile basit bir kadına âşık olabileceği örneğiyle okuyucuyu kendi deyişiyle “edebiyatın hamuruna karışmış dedikodu”lara ve edebiyat tarihine adım attırıyor: “Ne yazarsa yazsın sanki canının en çok yandığı yere dönüyordu… Asıl anlamaya çalıştığı, zarif manevralarla erkeklerin arasında dolaşan, hepsinde aynı arzuyu ve şefkati uyandırmayı başaran, bir orospu olduğunu kırılganlığı ve parlak gülümsemesiyle unutturmayı başaran Marie’ydi büyük bir ihtimalle… Bir erkeğin… gördüğü gerçeklerin bile anlamını nasıl kaybettiğini, nasıl güvendiğini, sıkıca tuttuğunu sandığı kadının nasıl o kadar kıvrak ve rahat dönüşler yapabildiğini,… anlamak istiyordu. Bir de bütün gerçeği bilmesine, diğer erkeklerin nasıl bu tuzağa düştüklerine şahit olmasına rağmen kendisinin bu “kırılgan düzenbazlığa” nasıl kapıldığını anlamak istiyordu.” (Kamelyalı Kadınlar)
Gustav Flaubert’ın “Madam Bovary”sinde ise yazar, kadın erkek ilişkilerini bu isterik kadının zıt karakteri olan çocuksu özelliklere sahip Emma Bovary örneği ile mercek altına alıyor: “Flaubert’in yazdığı o erkekler kalabalığının konuşması aslında tek bir erkeğin kendi kendine konuşması da sayılabilir belki; çünkü o “memeler, saçlar” arzusuyla kıvranan, mümkün olduğunca daha çok kadın bedenine dokunmak isteyen erkeklerin…taleplerinin altında, epeyce derinlerde gizli bir “Madam Bovary” yatar,”Ben hep aynı kadını sevmek isterdim,”diyen.”(Hep Aynı Kadını Sevmek İsterdim Ben…)
Yazar, ustaca bir tespitle “Kadınlar gibi erkekler de romantizmi ve aşkı özlerler.” diye giriyor araya ve okuyucuyu gülümseten bir benzetmede bulunuyor: “İçinde kelebeklerin uçuştuğu bir gergedan gibi dolaşırlar onun için.”
Ahmet Altan, “O, yazarlar içinde en soylu durmayı başaranlardandı, gerçek bir aristokrattı,” cümleleriyle tanıttığı Turgenyev ve büyük romanı “Babalar ve Oğullar”daki Bazarov ile “oldukça tuhaf bir varlık olan” Anna Sergeyevna’nın ilişkilerini de örnek olarak sunuyor. Burada Turganyev’in kimi erkeklerin kadınlar konusundaki zaaflarını ve mayınlı tarlaya ayak basma aşamalarını ustaca ele almasıyla karşılaşıyoruz: “Amaçsız hayatına amaç yapmaya karar verir ve Bazarov’u duygusal bir kapana doğru sürüklemeye başlar… muhafızları tarafından terkedilmiş büyük bir kale gibi durmaktadır genç adamın karşısında, onu “içeri girmeye” bu sahipsiz kaleyi ele geçirmeye kışkırtmaktadır. Bazarov kaçınılmaz olarak yaklaşır. Ve, genç adam düşüncelerinin duygularına söz geçiremediğini neredeyse nefretle fark etmeye başlar, bir yandan aşkı küçümserken bir yandan da kadına bağlandığını hisseder.” Sonunda bu kurnaz kadının sözleriyle;”Bence ya hep ya hiç olmalı. Bir hayat başka bir hayata değer. Ben sana hayatımı veriyorsam sen de bana hayatını vereceksin.” noktasına kadar gelmekten kurtulamaz. (Bir Hayat Bir Hayata Değer)
Ve, “Bir hayat bir hayata değer mi?” aslında kitapta geçen tüm aşk öyküleri ve tüm yaşanmışlıklar için sorulması gereken özlü ve derin bir soru… Cevap ise o aşkın kahramanlarının kişilik özelliklerine ve yaşanan olayların insan ruhunda bıraktığı darbe izlerine göre değişkenlik gösterecek kadar kaygan bir zeminde duruyor… Sanırım herkesin kendine sorması gereken bir soru: “Bir hayat bir hayata değer mi?”
Selva Trak Ulupınar – edebiyathaber.net (25 Kasım 2015)