Söyleşi: Üzeyir Karahasanoğlu
Ahmet Karadağ’ı 2022’de yayımlanan ilk kitabı Tutsaklığın Üç Hali’ndeki öyküleriyle ve edebiyat bağlantılı yazılarıyla tanıdım. İster öykücü, romancı ister şair olsun, bir edebiyat insanının yazdığı türe, sanata, hayata dair kafa yormasını, düşünce üretmesini çok değerli buluyorum. Dolayısıyla Ahmet Karadağ düşünce çoraklığımızın ortasında gayet çalışkan, işleyen bir kalem. Üstelik yakın zamanda yeni kitabı Dirlik Düzenlik Apartmanı’nı da yayımladı. Kendisiyle son kitabı üzerine konuştuk:
İki yıl öncesine değin edebiyat dünyası Ahmet Karadağ’ı tanımıyorken şimdi iki kitap ve çeşitli mecralarda çok sayıda yazı yayımlamış bir yazar olarak biliniyor. Ansızın fışkıran yer altı suyu gibi. Bunu “yılların birikimi” diye açıklayabilir miyiz?
Estağfurullah, iltifatlarınız için teşekkür ederim ama “yılların birikimi”, “yazar” gibi sözler benim durumumu anlatan sözler değil. Haklısınız, yaklaşık iki yıldır eser veriyorum ama bunu ancak eskilerin vakt-i merhun dedikleri olguyla açıklamayı uygun buluyorum. Nasıl ki bir çocuk konuşayım, yürüyeyim gibi özel bir gayret ve niyet içinde olmadan bir bakarsınız yalpalayarak da olsa yürümeye, kaşını gözünü yara yaraya konuşmaya başlar benimki de biraz öyle oldu. Okuduklarım, yaşadıklarım, hissettiklerim kırk yaşından sonra yer altından uygun bir damar bulup bir kayanın gözünden sızmaya başlayan pınar gibi yavaş yavaş akmaya –fışkırma denemez buna-, klavyenin ucundan yazıya dökülmeye başladı. Yazmaya öyküyle başladım ama öykü dışında da edebiyatı ilgilendiren konularda düşündüklerimi hiçbir büyük iddiada bulunmadan yazıp edebiyat sitelerine, dergilerine gönderdim. Okundu, beğenildi, eleştirildi derken bu yazılar birikmeye başladı. Yazmaya “hayatımın anlamı, varoluşumun sebebi” gibi büyük anlamlar yüklemiyorum elbette, ama keyif alıyorum yazmaktan, biçemden bağımsız olarak aklıma gelen, anlatmak istediğim şeyleri paylaşıyorum okumak isteyenlerle.
Tutsaklığın Üç Hali, kişisel yaşanmışlıkların yoğun olarak hissedildiği “Dr. Ahmet K.’nın Tuhaf Hikâyesi” ile açılıyordu. İkinci kitabınız Dirlik Düzenlik Apartmanı’ndaki yer yer kişisel yaşanmışlık izlerinden dolayı Dr. Ahmet K.’nın tuhaf hikâyesi hâlâ devam ediyor diyebilir miyiz?
Evet, çok tuhaf bir hikâyenin içindeyim gerçekten. Yaklaşık sekiz on yıl önce bambaşka bir hayatım varken bir anda yaşamım allak bullak oldu. Önce siyasi nedenlerle profesör olarak çalıştığım üniversiteden atıldım, bütün meslektaşlarım tarafından vebalı ilan edildim, yönetim kurulu üyesi ya da normal üyesi olduğum muteber meslek kuruluşlarından kovuldum, lanetlendim kısaca. Haksızlığa uğradığımı düşündüğüm için polisten kaçtım, saklandım, yakalandım, beş yıl cezaevinde kaldım. Sözde cezamın infazını bitirdikten sonra, bu sefer de mesleğim olan çocuk hekimliğine dönmem engellendi. Ancak çok yakın bir zamanda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafından hukuksuz yargılandığıma ve büyük bir haksızlığa uğradığıma karar verildi. Şimdilerde de sadece bir pardon denilerek mesele kapatılmaya çalışılıyor. Dr. Ahmet K.’nın tuhaf hikâyesi devam ediyor yani. Öykülerimde kurguyla gerçekliğin ince sınırlarında yazmaya çalışıyorum bütün bu tuhaflıkları.
Dirlik Düzenlik Apartmanı bir apartmanın farklı dairelerinde yaşanan insanlık hâllerine odaklanıyor. Pavyon çalışanından, emekli imama, engelli bireyden siyaseten başı belada olan adama kadar farklı kahramanlarınız var. Dolayısıyla bir nevi “küçük Türkiye” diyebilir miyiz apartmana? Bunca farklı kişiyi anlatmanız neden?
Dirlik Düzenlik Apartmanı sakinleri bu ülkenin prototip kişileridir. Din tacirleri, sekülerler, siyasi sakıncalılar, ezilmiş kadınlar, ayrımcılığa uğrayan öğrenciler ve Kürtler hayatın içinde ne kadar gerçekseler, öykü kahramanı olarak da gerçekler. Apartmanın adı Dirlik Düzenlik olsa da dirlik ve düzenliğin olmadığı, kötülüğün, gammazlamanın, yaftalamanın, kendisi gibi olmayandan korku ve nefretin, hor görülmenin tam da toplumda olduğu dozda olduğu ve bu halin de dirlik düzenliği bozduğu bir apartman burası. Belirttiğiniz üzere bir çeşit “küçük Türkiye” bu apartman.
Ülkemiz özellikle son on-on beş yıldır büyük bir sosyal çöküş yaşıyor. Ekonomik çöküş bu sosyal çöküşün yanında çok daha önemsiz bence. Toplum kesimlerinin birbirinden nefreti son birkaç yüz yıldır bu oranda çok olmamıştı. Bu sosyal krizi anlatılmaya değer bulduğum için bu apartmanı yazdım.
Aynı apartmanda, aynı zaman diliminde yaşananlar kurgulanıyor. Söz gelimi her dairede aynı filmin farklı duygularla izlendiğini görüyoruz. Dolayısıyla kitapta belirgin bir bütünlük söz konusu. Ki ayrıntılara dair meylinizi de düşününce “Dirlik Düzenlik Apartmanı bir roman gibi okunamaz mı?” diye sordum kendime. Romana yakın bir tarzınızın olduğunu, üçüncü kitabınızın bir roman olabileceğini düşündüm. Ne dersiniz?
İkinci öykü kitabımın öykü kitabı olup olmadığı konusunda hararetli tartışmalar varsa da, nihayetinde iki öykü kitabı olan birisi olarak kendimi öykücü olarak konumlandırmıyorum. “Yazarlık” gibi hep hayalini kurduğum bir sıfatı da kendim için çok yüksekte buluyorum. Yazar deyince o kallavi sakallarıyla aklıma Tolstoy, Dostoyevski, Hemingway geliyor ve onları düşününce yazar olmanın zorluğunu fark edip ümitsizliğe kapılıyorum. Kendime yazı emekçisi diyorum ve şiir hariç, yazının her biçimini anlatılmak istenen hikâyenin kılıfları olarak görüyorum. Önemli olan, anlatacak güzel bir hikâyenizin olması ve bu hikâyenin en güzel edebi biçemde anlatılmasıdır. Bunun adının öykü, roman hatta deneme, anlatı olması hiç önemli değil. Doğru hikâyeyi doğru edebi biçemde anlatıyorsanız biçem sadece içine mektup konulan bir zarf oluyor. Elbette ki bu zarf da öykünün, romanın kendi iç dinamikleriyle uyumlu olmalı.
Üçüncü kitap roman mı olur gerçekten bilmiyorum. Anlatacağım hikâye romana uygun olursa roman, öyküye uygun olursa öykü olacaktır elbet.
Prélude ile açılan kitabın ilk öyküsü Ben Oyalarım Hatıraları, yirmi sayfalık, bittiği de meçhul tek bir paragraftan oluşuyor. Edebiyat okuruna göre biraz riskli değil mi? Neden böyle?
Dirlik Düzenlik Apartmanı’nın ilk öyküsü olan “Ben Oyalarım Hatıraları” gerçekten zor bir metin. Noktalama işaretleri olmadan tek bir paragrafta yazıldığı için okuru zorluyor. Kitabın ilk öyküsünün zor olması aslında pazarlama tekniği olarak yanlış gibi görünüyor. Okur ilk öyküde vazgeçip diğer öykülere ulaşamadan kitabı elinden atabilir. Ancak kendimce ilk öyküyle okur için bir çıta koydum, o çıtayı aşamayan vaktini zayi etmeden geri dönsün istedim. Bir de öykünün kahramanının şizofren bir kadın olması, şizofreninin doğasına uygun şekilde imlasız, kuralsız, gramersiz, fikir uçuşmalı yazmayı gerektirdi.
Elif Şafak – Mine Kırıkkanat arasındaki “intihal davası” dolayısıyla gündeme gelen iki kitapta da apartmanlar, apartmanlardaki farklı kişiler, bunlar arasındaki ilişkiler çokça konuşuldu. Apartmanları mesken tutan kitapların son örneğiyse Dirlik Düzenlik Apartmanı. İntihal meselesine de kafa yormuş bir yazar olarak “intihal” için aşılmaması gereken çizgi sizce neresi?
Çok fazla kastı olmayan, açık uçlu bir tivitim nedeniyle istemeden sürece dâhil oldum maalesef. Mine Kırıkkanat-Elif Şafak olayının bir edebiyat olayı değil de siyasi bir planın parçası olduğunu düşündüğüm için –yanılıyor olabilirim elbet- Mine Kırıkkanat’a destek veren Ümit Özdağ’ı etiketlemeden, tivitinin sadece ekran resmini paylaşarak, “Hangi yazarı destekleyeceği konusunda kafası karışık olanlara aşağıdaki resim yardımcı olur sanırım” diye yazdım. Birkaç saat sonra nasıl olmuşsa tivitimden haberdar olan Ümit Özdağ 2.8 milyon takipçili twitter hesabından benim gibi gariban, 3-4 bin takipçisi olan birine uzun –mavi tıklı olduğu için 280 karakterle değil de destan gibi yazdığı-, hafif hakaretler de içeren ve haddimi bildiren bir tivit attı. Ardından mesajı ve emri alan hazır kıta trol ordusu binlerce hakaret dolu mesaj yazdı. Şaşkınlıktan cevap bile yazamadım. Bu mağduriyetimi ve mazlumiyetimi J gören bazı önemli yazarlar bana ulaşarak, biz yazarlar olarak Elif Şafak’ı destekleyen bir bildiri yayınlayacağız, siz de imza atar mısınız dediler. Elbette dedim ve 120 yazarlı o bildiriye imza atmış oldum. Süreç böyle öykülük bir şekilde gelişti anlayacağınız.
İntihal konusundaki düşüncem özetle şöyledir; kurgu tamamıyla aynı olmadığı sürece benzer konular işlenebilir. Özgünlüğü belirleyen temel konu üsluptur. Özgün üslup benzer konular da anlatılsa eseri özgün kılar. Kurgu ve kahramanlar bire bir kopyalanmadığı takdirde intihal söz konusu değildir.
Peki, Ahmet Karadağ’a göre “İyi öykü”nün tarifi nedir? Başkalarına göre iyi olup da size göre iyi olmayan bir öyküyü düşünerek cevaplar mısınız?
İyi öykü maruz kalındığında sendeleten, sersemleten, insanı yere seren, ayaklarının bağını çözen, ağızda reyhan ve vanilya karışımı bir tat bırakan şeydir. Kısa ve uzunluğundan bağımsız olarak yaşanılan anı anlatan, anılar ve hayaller anlatılsa bile öykünün o anında yaşanan durumları anlatan kesitsel bir anlatıdır. Filmden çok fotoğraf, konserden çok tek bir şarkıdan ibaret dinletidir. Romandan çok şiire yakındır.
Sorunuzun ikinci kısmı zor ve cevaplaması büyük risk oluşturuyor farkındayım, ama cevaplayacağım. Tezer Özlü çok sevindiğim bir yazar ve olağanüstü bir öykücü. Linç edileceğimi biliyorum ama Eski Bahçe kitabındaki Gabuzzi isimli öyküsü birçok kişi tarafından çok seviliyor olmasına rağmen ben bu öyküyü bir türlü sevemedim gitti. Öykü, tekniğinden bağımsız olarak bize bir hikâye anlatmalı diye düşünüyorum. Eğer öykü bize bir hikâye anlatmıyorsa, sadece deneysel kelime oyunlarına dayanıyorsa, sadece bir abuklama söz konusuysa o öyküleri sevemiyorum bir türlü. Haddimi aştığımın farkındayım ama siz sorduğunuz için söyledim.
Son olarak böyle keyifli bir söyleşi için size çok teşekkür ederim.
Güzel cevaplarınız için de ben teşekkür ederim.
edebiyathaber.net (18 Mayıs 2024)