Ahmet Ümit’le bir cuma akşamı son kitabı ‘Sultanı Öldürmek’i konuşmak için buluştuk. 511 sayfalık kitap yayınlanalı henüz iki gün olmuştu. Röportaja kadar geçen sürede tüm kitabı devirmek imkânsız olsa da ilk 130 sayfa bir şeyler anlatıyordu. Başrolde ansızın terk edilen ve yıllarını tek bir kadını düşünerek, zihninde onunla ilgili iyi ve kötü sonlar tasarlayarak harcayan bir tarih profesörü var; Müştak Serhazin. Hep istediği o an geldiğinde yani umutsuz aşkı Nüzhet bir zamanlar birlikte yaşadıkları şehre geri dönüp onu aradığında tüm dünyası karışıyor Müştak’ın. Stresle tetiklenen unutma hastalığı devreye giriyor ve gözünü açtığında kendini Nüzhet’in cesedinin başında buluyor. Bundan sonrası katili -ki belki de katil Müştak’ın ta kendisi- aramakla geçiyor. Günümüzde yaşanan bu cinai öykü bir kolunu da, yüzlerce yıl öncesine Fatih Sultan Mehmet’in yaşantısına uzatıyor. Orada da sorulacak sorular, aralanacak gizem perdeleri var elbet, Fatih’in baba katili olma ihtimalini tarihsel tezlere dayanarak sorguluyor Ahmet Ümit. Sözün bundan sonrasını hikâyenin anlatıcısına bıraktık.
1986’da Marmara Üniversitesi’nde Kamu Yönetimi okuduktan sonra Moskova’da siyaset bilimi eğitiminizi tamamlıyorsunuz. Ve bu eğitime uygun bir meslek yerine edebiyat ile ilgileniyorsunuz. Buna neden olan, sizi bu yola yönlendiren neydi?
Aslında biraz hayatın kendisi beni bu yola soktu. Küçükken “Ben büyüyünce yazar olacağım.” gibi bir durumum yoktu. Olay şöyle gerçekleşti; şimdi değiştirmek istedikleri anayasa 1982 yılında halk oylamasına sunuldu. Ben o zamanlar 22 yaşındaydım. ‘Evet’ ya da ‘hayır’ deme seçeneği vardı. Ama ‘hayır’ diyenler vatan haini, bölücü, şeytan olarak değerlendiriliyordu. Fişleniyorlardı, işkence görüyorlardı, hapse atılıyorlardı. Korkutucu ve karanlık bir dönemdi. Biz ‘hayır’ diyorduk, duvarlara propaganda için afiş yapıştırıyorduk. Bir arkadaşım tutuklandı, işkence gördü. Onunla ilgili bir rapor istediler benden. O raporu yazarken ben bir öykü yazmışım. Yoksa yazar olmak gibi bir durum yoktu hakikatten. O öykü de 40 dilde yayınlanan bir dergide basılınca yazar olma düşüncesi aklıma girdi. Yazma süreci böyle başladı açıkçası. Ama çok iyi bir kitap okuruydum. Sular seller gibi yutardım kitapları, demek ki bir şeyler birikti.
Başka türlerde de yazıyorsunuz. İlk kitabınız da bir şiir kitabı hatta. Ama sizi daha çok polisiye öykülerinizle, romanlarınızla tanıyoruz. Gizemli öykülere merakınız var mıydı, yoksa o da mı doğal bir süreçle sizin bir parçanız oldu?
O da fırtınalı bir hayatın getirdiği doğal bir süreç. 12 Eylül öncesi 14 yaşında politik hayata atıldım. Devrimci oldum, politik hayat dediğim… 14 yaşından 29 yaşına kadar hayatım büyük fırtınalarla geçti. Çatışmalar, kavgalar içinde bir hayat sürünce polisiye kendiliğinden ortaya çıktı. Gerilim, gizem kendiliğinden doğdu; çünkü sürekli polisten kaçmaya çalışıyorsunuz, yakalanmamak için sürekli entrikalar kuruyorsunuz, saklanmaya çalışıyorsunuz. Ona göre düzenekler hazırlıyorsunuz. Ama tabii polisiye de, nasıl bir polisiye? Zaten yazılmış bu türün iyileri. Agatha Christie yazmış, başka büyük polisiye roman yazarları var. “Farkım ne olacak?” diye düşündüm ve şöyle bir şey buldum: Bu toprakların tarihi ve kültürünün formunda yer aldığı, aynı zamanda karakterlerinin psikolojisini derinlemesine inceleyen bir polisiye düşündüm. Suçun ne olduğunu tartışmak istedim. İşte romanlar böyle ortaya çıkmaya başladı.
Yaşadığınız gerçek olaylar sizi bu yola sevk etmiş, bir gün kurgu olmayan bir şey yazmayı düşünüyor musunuz? Ülke gündemindeki olaylar aslında sizin için önemli malzeme olsa gerek.
Hem yakın tarihimizle, bugün yaşananlarla geçmişi bağlamayı, yaşadıklarımızın köklerini tarihte aramayı seviyorum ben. Zaten tarih dediğimiz şey biraz da odur. Bugünü anlamamız için ipuçları verir, olanak sağlar. Tarih sadece kahramanlıklarımızla hatırlayacağımız bir alan değil. Onu anlatmak da önemli bu açıdan.
Yeni kitabınız ‘Sultanı Öldürmek’ raflarda yerini aldı. İlk kitabınızla en yeni kitabınızı karşılaştırdığınızda arada nasıl dönemlerden geçtiniz, yazım tarzınız nasıl evrildi?
İlk, öyküyle başladım ben aslında sonra bir şiir kitabı çıkardım. Şiir kitabı çıkarmak bir hevesti. Şair değilim ben, daha sonra romanda kendimi daha iyi ifade ettiğimi fark ettim. ‘Bir Ses Böler Geceyi’ ile 1994 yılında bir novella roman yazdım. Filme de uyarlandı. O günden bu yana tabii daha derin, daha uyumlu meseleleri ele almaya başladım ama şunu söyleyebilirim ki ‘Bir Ses Böler Geceyi’ ile Alevileri anlatmıştım. O da benim bilmediğim bir şeydi aslında ama o romanda bugünkü Ahmet Ümit romancılığının ipuçlarını, izlerini bulmak mümkün. Orada da yine bir kültürü anlatmak, o kültürün kahramanlar ve karakterler üzerindeki etkisini anlatmak gibi kaygılarım varmış. Bugün bunu daha geniş çaplı derinlikli, daha katmanlı yaptığımı söyleyebilirim tabii ki. Geçmiş dönemler arasında böyle bir farklılık var.
Ciddi bir okuyucu kitleniz var. Romanlar arasındaki boşlukta sizin üzerinizde bir stres, baskı yaratıyorlar mı?
İki yılda bir roman yazıyorum. Okura kalırsa altı ayda bir tane yazmamı istiyorlar. Şöyle örnekler verebilirim; bir okurum ayın 10’unda çıkacağı duyurulan kitap için sabah 07.00’de yayınevine gidiyor ve yalvarıyor kitabı almak için. Böyle merakla bekleyen okurlarım var.
‘Sultanı Öldürmek’ kendisini yazdırmaya nasıl başladı?
Bir önceki roman içerisinden çıktı bu fikir. ‘İstanbul Hatırası’nı yazıyordum. ‘İstanbul Hatırası’nın Fatih Sultan Mehmet’le ilgili bir bölümü var. O bölümü yazarken Fatih hakkında bazı temel kitaplar almıştım. Onları okurken “Artık Osmanlı’yı anlatmak lazım” diye düşündüm. “Peki, Osmanlı’da neyi anlatacağım?” diye sordum kendime. Tabii ki Fatih’i anlatacaktım. Çünkü devletin imparatorluğa dönüştüğü dönem o dönem. Böyle bir tarihi figür, bizim için önemli bir hükümdar. Onu anlatmaya karar verdim ve kitaplar toplamaya başladım. Bu üç yıl önceye tekabül ediyor. Böylece iki yıla yakın okumalar, incelemeler sürdü, romanın kurgusunu oluşturdum. Son bir yılda da artık kurgu oluşmuştu, ben oturup yazmaya başladım.
Kitap günümüzde işlenen bir cinayet ile başlıyor ama bir yandan da 100 yıl öncesine geri dönüşler var. Bu iki apayrı dönemi nasıl bağladınız? Tarihi işin içine katmak bir risk değil mi?
Böyle yapmamın iki nedeni var. Birincisi böyle konuları seviyorum. İkincisi de salt tarihi roman yazmak bir teze dayanmayı gerektirecek. Fatih öldürüldü ya da öldürülmedi diyeceğim. Kimin öldürdüğünü bilemeyeceğim. Bilmediğim bir şey konusunda da “Böyle oldu.” demeyi bir romancı olarak kendime yakıştıramıyorum. O nedenle de günümüzdeki tarihçileri kaynak olarak seçtim. Tarihçiler olaya kendi bakışlarıyla bakıyorlar ve aralarında farklı görüşler var. Dolayısıyla ben de bu farklı görüşleri yansıtmaya, aktarmaya çalıştım ki okur kendi fikrini oluştursun. Bu fikri oluşturmak için de başka metinlere yönelsin. Kitabın arkasında uzunca bir kaynakça verdim. Benim bu romanda kullandığım tarihi bilgilerin hepsi aslında tarihçilerin kitaplarından okuduğum, onların inceleme ve araştırmalarından öğrendiğim şeyler. Ben bilimsel tarihin malzemesini alıp bir roman malzemesi haline getirdim. Ama insanlar bu konu hakkında fikir sahibi olmak istiyorlarsa benim romanım sadece merak uyandırır. Asıl kaynağından öğrenmelerinde fayda var. Örneğin Halil İnancık’tan, Alman Franz Babinger’den ya da İlber Ortaylı’dan öğrenmeliler. Çünkü ben bir romancıyım benim burada anlattığım şeyler tarihi hakikatler değil. Ben burada insan ruhuna dair sorular soruyorum ama bunu yaparken de o olağanüstü tarihimizi ve muhteşem kültürümüzü romanımın fonuna yerleştiriyorum.
Bilimsel bir malzemeyi derleyerek yapıyorsunuz. Şaibeli bir durum yok yani.
Aynen, bu mümkün değil çünkü ben tarihçi değilim. Bu benim işim değil, benim işim karakter yaratmak. Ben Müştak Serhazin’im.
Müştak Serhazin ‘Sultanı Öldürmek’in ana karakteri. Biraz anlatır mısınız, nasıl bir tipleme?
Müştak Serhazin bir tarih profesörü. 63 yaşında. Çocukluğunda aşırı şefkatten boğulmuş, baba otoritesi ile sindirilmiş. Suçluluk duygusu çok yüksek bir insan. Ve hayatını bir kadına adamış. Nüzhet adında kendisi gibi tarihçi olan bir kadına. Fakat Nüzhet, Müştak’ın kendisine bu kadar takıntılı bir şekilde bağlanmasından korkarak Amerika’ya gitmiş. Orada çok ünlü bir Osmanlı tarihi profesörü olmuş. Müştak, saplantıları olan bir insan ve bir de hastalığı var; psikojenik füg. Bir nevi unutma hastalığı. Romanın entrikası zaten onun üzerine kurulu. Çünkü 21 yıl sonra Nüzhet onu arıyor ve “İstanbul’a geldim, bana gel.” diyor. O zaman aşırı stres anlarında nükseden hastalığı ortaya çıkıyor. Sonraki üç-dört saati unutuyor. Gözünü açıyor ve Nüzhet’in evinde buluyor kendini. Nüzhet öldürülmüş. “Acaba ben mi öldürdüm?” diye düşünüyor. Bir yandan da acaba başka biri öldürmüş olabilir mi diye incelemeye girişiyor. Oradaki asıl mesele de şu: Nüzhet’in Amerika’dan İstanbul’a gelme nedeni Fatih üzerine sarsıcı bir inceleme yapması. “Acaba bu incelemeden rahatsız olan insanlar mı öldürdü?” sorusu doğuyor. Bu soruşturma sürecinde okur günümüzden Fatih dönemine gidiyor. Fatih’in doğumundan ölümüne kadar olan sürecin önemli halkalarını, babasıyla ilişkisini, çocuklarıyla ilişkisini, vezirleriyle ilişkisini, tahta iki kez çıkışını ve tüm bu süreçte yaşadıklarını tekrar gözden geçiriyoruz. Böylece okur Fatih Sultan Mehmet’in yaşamındaki önemli anlara dair de bilgi sahip oluyor.
Bir yandan da Fatih’in babasının katlinde parmağı var mı diye sorguluyoruz, değil mi?
Böyle tezler hep var. Bunlar bilinen tezler, o tezleri de tartışıyoruz. Bunlara dair kesin bir şey söylemek benim haddimi aşar. Sadece söylenenleri karşıt görüşleriyle birlikte dile getiriyorum.
Kitabın henüz 130 sayfası geride kaldı ve şimdiden işin içine Dostoyevski de, Freud da, Beethoven da girdi.
Çünkü Müştak Serhazin aslında kadim roman karakterlerinden biri. Dostoyevski’nin ‘Suç ve Ceza’sının Raskolnikov’undan, bizim romanımızda Oğuz Atay’ın, Yusuf Atılgan’ın kahramanlarından esinlenmiş bir karakter. Kaybetmiş bir karakter. Dolayısıyla edebiyatın kadim karakterlerinden esinlenmemek mümkün değil. Onlara selam göndermemek mümkün değil. Freud, edebiyatla en fazla ilişkisi olan psikanalizci ve bir psikanalizcinin görüşünden yola çıkarak Fatih’in kişiliği üzerine göndermeler yapıyorum.
Çok katmanlı yapıdaki romanlarınızı kurgularken arada işlerin arapsaçına döndüğü, çıkılmaz noktaya geldiği anlar oluyor mu?
Olabilir, roman yazmak karmaşık bir şey. Ama şu ana kadar benim başıma gelmedi. Çünkü en baştan, romana başlamadan önce kurgusunu yapıyorum. Karakterlerimi yazıyorum, hikâyemi yazıyorum ve bu kurgunun hangi aşamalardan geçebileceği üzerine kafa yoruyorum. O nedenle kitabı yazarken kurgular yapmıyorum. Belki yapsam işler arapsaçına dönüşebilir. Baştan detaylı bir yol haritası çizdiğim için nereye gideceğimi biliyorum.
‘Sultanı Öldürmek’te İstanbul yine çok önemli bir motif olarak göze çarpıyor.
Evet, Şişli ve Kadıköy… Ben Şişli’de yaşıyorum. Nüzhet’i Şişlili yaptım. Hanımefendi Sokak cinayetin işlendiği yer. Müştak da Bahariyeli, orada eski bir konaklarını apartman yapmışlar. Bu romanda Fatih Sultan Mehmet olduğu için İstanbul’un mutlaka anlatılması lazım. İki kent daha var romanda ismi geçen. Biri Edirne, Fatih’in doğduğu şehir ve Fatih’in babası II. Murat’ın mezarının olduğu Bursa. II. Murat Bursa’ya gömülen son Osmanlı padişahı. Bu üç şehir de Osmanlı’nın başkenti olduğu için roman buralarda geçiyor. Ama ağırlık İstanbul’da ve elbette ki Konstantinopolis kuşatması da detaylı olarak aktarılıyor. O kuşatma II. Mehmet’i, Fatih yapıyor. Hem de Osmanlı devletini bir imparatorluğa dönüştürüyor.
Okurlarınıza ‘Sultanı Öldürmek’le ilgili iletmek istediğiniz son bir not var mı?
Bu romanın aslında iki anahtar cümlesi var. Onlardan bahsetmek istiyorum. Bir tanesi aşkla ilgi bir cümle. Aslında kitabın açılış cümlesi. “Şahane bir aşk çoğu zaman harcanmış bir hayat demektir”. Çünkü aşkı, aşktan başka bir şeyle tartamazsınız. İkinci cümle, daha doğrusu soru ise şu “Tarih geçmişte yaşanmış hakikatler midir, tarihçilerin anlattıkları mıdır?”. Bu iki cümle etrafında romanın yükseldiğini söyleyebiliriz.
Kaynak: timeoutistanbul.com (5 Haziran 2012)