Ahmet Yıldız’ın yeni kitabı Alçaklık Öyküleri kitabında on öykü var.
Onlarca uygarlığa ev sahipliği yapan bu coğrafya ve kültürümüzün diğer pek çok kültürle olan ilişkilerini kapsayan Alçaklık Öyküleri, bir bakıma “Alçaklık Tarihi” diye de okunabilir bu bağlamda. Gerisi, birbiriyle yarışan onlarca alçak; hırs, güç elde etme, ihanet, çıkarlar ve savaşlar.
Kitabın başlığı öylesine bir ad değil; tüm öykülerin ortak teması. Yazarın söz konusu adı seçmesinde olayların her birinin tarihi zemin üstünde kurgulanmasının zorunluluğunu görüyoruz. Tarih, bize tanıklık ediyor, yol gösteriyor her bir öyküde.
Yazarın kitaptaki savı, tarihin o bilindik niceliksel birikimin niteliksel sıçramaya yol açtığı diyalektik gelişim sürecinden çok, tarihin ilerleyişinde sıradan veya yönetici konumdaki insanların bir karakter unsuru olarak alçaklıklarıyla ona yön vermesi.
Ahmet Yıldız tarihe bir başka pencereden bakıyor. Bu tema, tüm kitap boyunca 1200’lü yıllardan başlayarak her öykünün geçtiği zaman dilimini tarihi gerçeklere dayandırılarak titizlikle en küçük ayrıntısına kadar ustalıkla örülmüş.
İlginçtir ki, kadınlar ilk öykü dışında bu alçaklık serüveninde hiç yer almıyor. Kadınların egemen olduğu bir dünyada savaş ve alçaklığın izine de rastlanmazdı kuşkusuz.
Tarihin gerçekliğinden yola çıkılarak öyküleşmeye varan bu çalışmada tarihin ontolojik özelliğinden ister istemez ayrılamayan hafif bir gizemin yanı sıra, dikkatli bir okur o zamana ilişkin bir takım bilgilerin de (yeme – içme, giyim – kuşam, davranış, mekan, sokak, kent ) ayırdına varacaktır: “…Vefa semtinde Edirnekapı tarafında Blakhernai duvarının Theodsios surlarıyla birleştiği noktada yalnızca yaşlıların anımsadığı gizli bir kapı vardı.” (İmparatoriçesiz İmparator)
Öykülerde anlatılan her öykü bir film izlercesine göz önünden akıyor: “Bir ara başları ateş sarısı tülbentli iki çocuğun bir taraftan diğer tarafa koşup sokakta kaybolması dışında yürüyen, gezen hiç kimseyi görmediler.” (Son Şeyh)
1212 yılında 18 yaş altı çocuklardan oluşan (çünkü çocuklar saflığın temsilcisiydi ve bu kez galip gelinilecekti) Haçlı Seferlerinin tarihi bir olgusuna dayalı öykü bu kez de alçaklığın başka bir iğrenç yüzünü bize gösterir; çocuklara karşı yapılan şiddet, taciz, ölüm, köleleştirme.
Bizanstan, Moğollara, Tatarlara, Ruslara kadar ve Kırım Savaşı, İzmir’in işgali gibi pek çok tarihi olayda sahne alan öyküler bir kez daha bize savaşın acımasızlığında insandaki o karanlık yanlara flaş patlatırken, alçaklığın ve ihanetin hiç değişmediğini çarpıcı örneklerle gösteriyor.
Her öyküde kişiler geçmiş zamanın toz dumanından sıyrılıp teker teker kana cana bürünüp karşımıza geçerek birer öykü kahramanına bürünüyor. “Tatar Hanı Murat Giray Han, simsiyah düz saçlarının altında simsiyah kalem kaşlarını çattı, siyah pala bıyığını burdu, konuşmak için izin istedi.” (Viyana’da İhanet) Arka plandaki söz konusu tarih olunca karakter sayıları da klasik öykülerin karakter sayısından fazla oluyor.
Yakın tarihten, İzmir’in Yunan işgali sırasında yine rastlıyoruz alçak bir karaktere: Vali Kambur İzzet, tarihin onu asla yok etmediği ihanet locasından sonsuza kadar ayrılmıyor.
12 Eylül’ün, sonrasındaki zamanlarda pek çok insanda psişik travmalar yarattığı dönem olarak onulmaz yaralar açması “Alçak Bir Gece” öyküsünde yer alıyor. Alçak olan insan değildir artık, koca bir geçmiş dönemdir, kimi zaman hortlak gibi insanın birden karşısında bulduğu kimi zaman da bir “gölge” gibi kendini izleyen. “Yürek Sızısı” öyküsü ise günümüzden bir alçaklığa, medyada olup bitenlere bir göndermedir.
Öykülerde en belirgin özelliklerden biri de savaşlardaki acımasızlığının çok çarpıcı biçimde yer alması. Homeros’un İlyada’sıyla yarışırcasına, “Mızraklı süvari alayından bir subayın başı bir topla kopmuştu. Rahvan adım giden at üzerindeki başsız bir bedenin sol kolu altında sıkıca tuttuğu mızrağı ileriye doğrultmuş halde otuz metre kadar gittiğini gördü Antoine.” (Malahov Tabyası Katliamı)
Tarihin yer ve zaman bildirerek kesin bir biçimde, edebiyatınsa dolaylı da olsa kurguyla da olsa, duygu- düşünceyle de olsa gelecek kuşaklara şu veya bu biçimde bugünü, bugünün insana ilişkin verileri aktarması gibi bir işlevi var. Alçaklık Öyküleri işte bu iki farklı alanın kesişimi gibi. Öykülerde tarihi de çok akıcı biçimde izliyorsunuz, yalın bir dille. Öyküleri bitirdiğinizde koca bir zaman tünelini ne zaman geçtiğinizi anlayamadan güzel bir filmin sonuna geldiğinizi “şimdi”ye ulaştığınızda ayırdına varıyorsunuz.
Ümran Ersin -edebiyathaber.net (5 Nisan 2018)