‘Aile İçi Muhabbet’ bizi bize anlatan bir roman | Sultan Sarı

Aralık 2, 2022

‘Aile İçi Muhabbet’ bizi bize anlatan bir roman | Sultan Sarı

Sizinle en son 19. Uluslararası Öykü Günleri kapsamında Şiir Erkök Yılmaz Hocamızla yapılan söyleşinin notlarını paylaşmış[1] ve Hocamızın “Aile İçi Muhabbet” adlı romanı üzerine bir yazı yazmak istediğimi belirtmiştim.

 Söyleşi notlarında da belirttiğim gibi, Hocamız okuduğum “Homo Economicus” adlı ilk öyküsü ile beni kendisine hayran bırakmıştı. Biraz geç keşfetmiş olsam da o günden bu güne bütün öykülerini keyifle okudum. O 1974 yılından beri öyküler yazan “dikkat çekici” usta bir öykücü. Yazar “Abdullah’ın Ablası” (1996) gibi YKY’den yayınlanan “Aile İçi Muhabbet” (2018) adlı romanında da “uzun bir öykü” anlatıyor aslında. “Öykücülerin çok uzun roman yazamayacaklarını” düşünen Hocamızın bu romanı toplam 205 sayfa.

 “Bazı acı olaylar vardır; ardından aileye gün doğar” diye başlayan ve deyimler, atasözleriyle bezeli zengin bir Türkçeyle akıp giden romanda anlatılan Güven ailesinin öyküsü Şiir Erkök Yılmaz’ın usta bir öykücü olduğunu bir kez daha gözler önüne seriyor. Hocamız Güven ailesinin epey derinine inmiş. Türk toplumunun temeli “kutsal aileye” dair ne varsa var romanda.

27 Mayıs 1960 darbesinden sonra, Erzurum’da ne varsa satıp savıp tüm bağlarını kesmiş Hamdullah-Meyyuse çifti ve 5 çocuklarından oluşan Güven ailesinin merkezinde, onların eğitim, kariyer, para, servet ve sınıf atlama çabaları, sevgi arayışları etrafında gelişen romanda bir orta sınıf portresi çiziliyor. Bu bağlamda, organik bir bütünlük gösteren olay örgüsüyle “sosyal roman” olarak tanımlanabilir. Kitapta ailenin gelini Ülker karakterinin de belirttiği gibi ;

 “Nasıl bir organizma? Her şeye karşın, hep birlikte ayakta…Bu zincirin bir halkası olacaktı. Öyle ki, bu zincir onsuz hiçbir işe yaramayacaktı” (s.117).

Yazar, baba Hamdullah (romandan erken çıkar), anne Meyyuse (15 yaşında Hamdullah’la evlenmiş, “önce köyündeki anababası ve kardeşleri olmak üzere doğup büyüdüğü, birlikte yetiştiği sevdiklerinden hep uzak kalmış”, “ailesiyle ilişkisini sürdürmesi istenmemiş”  ve bu nedenle “kendi içine kapanmış” ve hatta kızlarını da “içe kapanık” yetiştirmiş , “dilini bile düzeltmeye gerek duymayan”, dindar biri), büyük oğul Zafer (lise çağlarında Ankara’ya gelmiş, liseden sonra Tıp Fakültesi’ne ve dolayısıyla ailesini de küçük görmeye, aile ile ilgili hemen her konuda da karar vermeye başlayan, her daim para sıkıntısı çekilen ailede şımartılan, erkek olarak ona güvenen annesi Meyyuse’nin bir tek söz geçirebildiği, “atak bıçkın, çapkın, sözünü esirgemez bir genç”  iken Ülker ile evlenerek “hanımköylü” olan biri ) ve eşi Ülker  (“güzel, gösterişli, zengin milletvekili kızı”, el bebek gül bebek büyütülmüş, ailesinde sevgiye hayranlığa doymuş, neşeli , kibirsiz , rahat biri), Naciye (“ilk çocuk, üstelik kız çocuk olarak dünyaya gelen, “ailesinin okutmayı düşünmediği, çocukların en büyüğü, en güzeli, en akıllısı, dikiş nakış bilen” ve “ailenin ceremesini çeken”, “ ailenin yükünü omuzlayan”, “ihtiyar kız”, “evle evli olan”) , Sacide (Güven ailesinin üçüncü çocuğu, “aile içinde ilk ve son çocukların devşirdiği özen ve sevgi ayrıcalığını tatmamış” , “Naciye’ye ablalık zevkini en çok tattıran”, “Naciye’nin çocuğu” olmuş ve bu yüzden “gerçek annesine öfkeli”, “hayatta bağlandığı, sevdiği tek insan babası Hamdullah’a destek için telefon memuresi olan ve işini seven”,  “yemek yapmayı seven ve bu  yüzden mutfak işleri ve hatta bir kısım ev işleri omuzlarına yıkılan” ve bu işlerin arasında bir de Hukuk  Fakültesi’ni 6 yılda bitirmeyi başararak memurelikten PTT Genel Müdürlüğü hukukçuluğuna terfi etmiş, biri), Gülsüm  (çalışkan, lisede her yıl sınıf birincisi olmuş, üniversiteye gitmiş, üniversitede hatırlı ailelerin kızlarıyla ahbaplık etmiş, o aydın kültürlü insanlar arasında yer alabilmek için kendini yetiştirmeye, kültürel olarak zenginleşmeye çalışmış,  mezun olur olmaz TRT’de iş bulmuş , “adını ekranlara yazdırmış tek aile bireyi”, “kararlı, kestirmeden giden, çok fazla düşünmeyen, aileyi takmayan”) ve ailenin en küçüğü, doğma büyüme Ankara’lı  olarak görülen ,“aşk meşk işlerine kafayı takmış” küçük oğul Yurdaer ile oldukça gerçekçi bir Türk aile portresi çizmekte ve ilgi çekmektedir. Bu yönüyle bu “realist roman”  bir film izler gibi heyecanla okunabilir.  

Roman ister realist isterse sosyal roman kategorisine girsin, aile, göç, gecekondu, başkent Ankara ve kentlilik, eğitim, evlilik ve sınıf atlama (eğitim ve evlilik üzerinden),  temaları ile sosyolojik bir okumaya da imkan veriyor.  Ailenin çocuklarının eğitim, kariyer, servet ve evlilik yollarıyla sınıf atlama çabaları etrafında şekilleniyor.  Burada göç edilen Ankara’da “suyun başında” yaşanılan evler de bunun tipik göstergesidir. Aile, önce Çorumlulardan kiralanan gecekonduda yaşamaya başlamış, daha sonra Yenimahalle’deki geniş ama sobalı apartman dairesine, oradan da Kennedy Caddesi’ndeki geniş, iyi döşenmiş kaloriferli lüks apartman dairesine taşınmıştır. 

Bu anlamda “aile ve ev “  romanda pek çok boyutuyla ele alınmıştır. Yazar aileyi, “zengin malzeme verebilecek bir sosyolojik yapı” olarak görürken “aile içi ilişkilerin koruyucu, sarmalayıcı, güven verici olduğu kadar sıkıcı, tutucu, bunaltıcı da olabileceğini aile ile birlikte dibi boylamanın da su yüzüne çıkmanın da mümkün olduğunu” söylüyor[2]. Yani roman bir tür “katharsis” yaşatıyor.

Hocamız bir “gözlemci anlatıcı” sıfatıyla ailenin önemini de eleştirisini de karakterleri konuşturarak başarılı bir şekilde göstermiştir:

 “Her mutlu olayı mateme çevirmek mi gerekiyor bu ailede!”,

“Aile çok önemli, diye yineleyip duruyordu Yurdaer, aile çok önemli…”,

 “Kutsal aile abideleri!” ,

“Bir ailen varsa, sorumlulukların varsa, gerisi ikinci planda kalmaya mahkum!” ,

“Hepsi, aileye uygun olmayan herkes, er geç silinmeye mahkum değil mi…Bülent, Cemal ağabey, herkes…Silinecekti!” (s.188). Burada aile dışında kalan karakterlerin durumu budur. Bu yolla da romanda ailenin odakta kalması sağlanmıştır.

Peki kimdir bu silinen yan karakterler; Örneğin, Müzeyyen; “Sacide’yi görür görmez sevmiş bir iş arkadaşı iken Sacide’ye ve aileye sokuluvermiş canayakın ve iyi bir arkadaş, dost haline gelmiş biri”, “hakkaniyetli”, “hep arada, hep aracı” , “ düzgün dişleri, hep aralık duran etli dudakları, sürmeli mahmur gözleri, çekme burnu olan güzelyüzlü”, “Dr.Cemal’le evlenmiş ve işi bırakarak evinin hanımı olmuş güzel huylu” ve kanserden ölmüştür.

Dr. Cemal, Müzeyyen’in kocasıdır ve  “rahmetli karıcığı ölene dek ailenin bir ferdi, kızların ağabeyleri, hatta Gülsüm’le Yurdaer’in babası gibi”dir.

Bülent; Gülsüm’ün kocası, “sarışın, uzun boylu, kıvırcık saçlı, son derece az konuşan, konuşurken omuzlarına kadar dalga dalga kızaran, ikide bir alnında birikmiş teri silen, gözkapakları düşük olduğundan hep düşünür gibi duran çok kibar bir genç”, “yetenekli ressam”, “ailenin tek çocuğu” .

Zafer’in sekreteri ve metresi Emel,  Yurdaer’in gönül verdiği Leyla da aileye uygun olmadığı için silinen diğer karakterlerdir. Peki bu kadınlar niye aileye uygun değil? Çünkü, ailenin kadınları namuslu, evlenilecek kadınlardır. Ahlaksızlık kutsal ailenin dışındadır (s.118). Bu anlayışın göstergeleri olarak, ailenin kızları Naciye ve Sacide’nin maruz kaldıkları tutumlar, evlilik dayatmaları, kadın-erkek ilişkileri, Sacide’nin kadın sorunlarına bakışı, evin en küçük kızı Gülsüm’ün eğitiminden, evlilik,  iş ve çocuk sahibi olmasına kadar yaşadığı süreç, Zafer ve Yurdaer’in kadınlara bakışı ile roman kadınların aile ve toplumda yüz yüze kaldıkları sorunları oldukça başarılı bir şekilde ifade etmektedir. Daha önce de belirttiğim gibi, Hocamız “bir kadın Yazar olarak kadın sorunlardan bahsetmiş olsa da feminist söylemler aktarmak amacıyla yazmadığını, kendisini feminist olarak nitelendiremediğini”  vurgulamış olsa da bunu “bağırmadan” öyle güzel anlatıyor ki roman 2019 yılı Duygu Asena Jüri Özel Ödülünü de hakkıyla almış.

Hocamızın romanı, anne Meyyuse’yi “ölmeye yatırarak” bitirmiş: “Zafer Ülker’le odadan çıkarken Sacide arkalarından baktı. Meyyuse rahatsız bir uykuya dalmıştı. Ölmeye yatmak, deyimi geldi usuna Sacide’nin. Silkinip eliyle tahtaya vurdu. Ölmek için yatmak gerekmez. Yatmadan da… Eve gidip akşam burada, hastahanede kalmak üzere hazırlanmalıyım, diye düşündü, hastane günleri uzun sürecek gibi… Kendime iyi bakmalıyım.”

Sonuç olarak, kitabın arka sayfasında da kısaca belirtildiği gibi; “Anneleri Meyyuse’nin yarattığı karamsarlık ve üzüntü çemberinden kurtulmaya çalışan, birbirine benzemez beş kardeş: Naciye, Sacide, Zafer, Gülsüm, Yurdaer… Eğitim, meslek edinme ve özellikle gönül ilişkilerinde geleneksel aile yapısının dayatmaları… Toplumsal beklentiler karşısında bireyin sevgi ve özgürlük arayışları… Örselenen yürekler, ödenen bedeller… Kısacası Muhabbet’le Şiddet’in aile içinde sürekli yer değiştirdiği bir Türkiye resmi. 27 Mayıs 1960 sonrasında Erzurum’dan Ankara’ya göç eden Güven ailesinin Yenimahalle’de başlayan hayat mücadelesi Şiir Erkök Yılmaz’ın akıp giden Türkçesiyle hayat buluyor”.

Aile İçi Muhabbet bizi bize anlatıyor. Adeta “aynaya bakmak” gibi. Okunası bir roman …


[1] https://www.edebiyathaber.net/siir-erkok-yilmaz-soylesisinden-notlar-sultan-sari/

[2] https://www.cumhuriyet.com.tr/haber/siir-erkok-yilmazdan-aile-ici-muhabbet-1002965

Yorum yapın