Delilik, birçok disiplinin ilgi alanına girerken, son dönem Türkiye Edebiyatı içerisinde de sıklıkla işlenen konulardan. Felsefi anlamda deliliğin, edebiyat ile kurulan metinler arası ilişkisine, en önemli örneklerinden birisi, Hüseyin Kıran’ın Ayrıntı Yayınları tarafından basılan; “Benim Adım Meleklerin Hizasına Yazılıdır” adlı kitabı. Kitap; romanın başkahramanı Ruhi Bey’in “kapatılma” ve “normalleştirme” süreçleri üzerinden yaşadığımız, hapishaneye dönüşmüş dünya içerisinde, insan varlığının çıkmazları ve sorgulamaları üzerine kurgulanmış.
Yukarıda da bahsettiğimiz üzere delilik birçok alan için önemli bir konu olduğu gibi tarihin farklı dönemlerinde farklı şekillerde algılanır. Bir dönem elini kolunu sallayarak dolaşan ve toplum içerisinde varlığı tehlike olarak görülmeyen “deliler” başka bir dönemde “kapatılmaya” başlanır. Bu durumun bir nedeni de, pek çok düşünürün üzerinde durduğu “aklȋ olan” ve olmayan ayrımıdır. Akılcılık felsefesi her şeyi aklın sınırları içerisine hapsederken, hapsedemediklerini “farklılaştırıp” , “anormalleştirip” kapatılması gerektiğine hüküm verir. Akılcılığın bu tahakküm kuran anlayışı bir anlamda biçimlemeye ve farklı olanı “öteki” olarak kurmaya sebep olur.
Kitaba dönecek olursak, Hüseyin Kıran’ın başkarakteri Ruhi Bey’in aklıyla giriştiği mücadelenin alt metni bana göre; tam da felsefi akılcılık ile giriştiği mücadeledir. Ruhi Bey kendisini Haliç’in sularına bırakır ve gözlerini açtığında kendisini bir akıl hastanesinde bulur. Bu durumu bir fırsata çevirmeye çalışan Ruhi Bey, aklının dışında yaşadıkları ile hayal ettiği dünyasına, diğer akıl hastalarını da dȃhil ederek bir kendilik yolculuğuna çıkar. Ruhi Bey akıl hastanesindeki diğer hastalara “tebliğler” halinde bir din gibi fikirlerini yaymak ister. Çünkü mevcut “uygarlık” onun fikirlerine uygun değildir. Bu nedenle kendi uygarlığını yaratmak zorundadır. Başlıca amacı yabancılaşmış insan varlığını nesnellikten kurtarmak ve onu ruhla doldurmaktır. Ona göre; Ruhi Bey’e ihtiyaç duymadan varolabilen her şey nesnedir, insanlarda ona ihtiyaç duymadan varolabildiklerine göre onlar da nesnedir. İnsanlar, yanlış bir doğa olayı olarak kendi başlarına hareket eden nesnelerdir. Ruhi Bey’in insana dair sorgulamaları bizi kendi varlığından uzaklaşmış, nesneler dünyasının içerisinde gerçekliğini kaybetmiş insana götürür. İnsan artık ölüdür. Bazen bir okulda, bazen bir akıl hastanesinde, bazen de bir hapishanede; biçimlenmek, kendiliğini kaybetmek, her haliyle kurgulanmış bir varlık olarak şekil bulmak için sıraya girmiş bir türdür. Hem kendisine hem de ait olduğu doğaya yabancıdır. Ruhi Bey’in bulunduğu akıl hastanesi için kurduğu şu cümlelerde olduğu gibi; “Yaptığım kısa araştırmalar sonucu, buranın bir tür koğuş olduğu açıktı. Muhtemel ki insanlar, hepsi bir örnek giydirilmişti çarpıcı bir biçimde sarıydı yüzleri, bazıları iyice beyaz, çökmüş suratlarındaki ateşli parıltılarla yanan gözleri söyledi.”
Kıran, romanında akıl hastanesi üzerinden, toplum içerisinde uyumsuz, herkes gibi olamayan, tek tipleştirilemeyen, “anormal” bireyin nasıl disipline edilmeye çalışıldığını da vurguluyor. Romanın bir bölümünde şöyle anlatıyor durumu; “Karantinadaydık. Halk sağlığı açısından tehlike oluşturan bir grup insan… hepimiz vebalı olmalıydık, yani vebalıydık, topluma karışmamız işte bu yüzden yasaklanmıştı, işte bu yüzden kapıda kilit vardı. Görevliler üniformalı, ağızlar kapalı.” Sorun sadece kapatılmak, karantinaya alınmak da değildir. Doktorların tavırları da duruma uygundur. Hasta üzerinde sınırsız tahakküm hakkını elde eden, verilen ilaçlarla dünyadan kopmuş tüm gücünü kaybetmiş birey üzerinde tam olarak iktidar elde etmiş doktorlar… Hastanın değil de hastalığın önemli olduğu kurumsal tıbbi uygulamalar. Bu durumu Ruhi Bey’in doktoru şöyle özetler; “Mesleğim gereği Ruhi Bey, ben hastalık katiliyim, diyebilirim. İlaç ve ameliyat yardımıyla hastalığı öldüren biriyim. Bir tür seri katil, dedi gülerek. Hedefi belirler, onu tahliller serisiyle gözetler güçlü ve zayıf yanlarını iyice öğrenirim. Sonrada seyreltilmiş zehir yardımıyla saldırırım. Ve eğer kurbanın işini bitirmişsem, odamda yarım şişe viskiyi haklarım ki bu işin ritüel kısmını oluşturuyor. Ve hemen bir başka hastalık dosyasına el atarım. Bu arada dosyaların hastalarla değil, hastalıkla ilgili olduğunu söylemeliyim.”
İnsanın toplumla olan ilişkisi ve bu durumun bireye yükledikleri kitabın bir diğer vurgusunu oluşturuyor. Eğer topluma uygunsuz ve uyumsuz iseniz tehlike olarak görülürsünüz. Topluma uygun olmak; çalışmayı, düzene uymayı, itaatkȃrlığı gerektirir. Ruhi Bey’in anlatısıyla eğer; “Hiçbiriniz hakkında iş göremez raporu düzenlenmemişken, çalışmaya yanaşmıyorsanız, hele içinizden biri şu anarşist… asla çalışmayacağını, hiçbir şey satın almayacağını, bulduğuyla yetineceğini, bunun için kendisine çöp kutularının yeteceğini, bu şekilde beslenebileceğini ve gerekirse çöp kutularında pekȃlȃ uyunabileceğini ileri sürerse…” İşte toplumun böyle bir durumda toplumsal iktidarın gözünde “akılsızlar” kategorisinde yerinizi alıverirsiniz. Çünkü aklın sınırlarında hareket etmek demek sistemin en biçimli, en iyi kurgulanmış makinesi olmak demektir. Bu makine efendisi tarafından kurgulanır ve toplum içerisinde aynılığıyla var olur. Çoğunluğun güdümünde, bir köleden farkı yoktur. Sevgisi, nefreti, heyecanı, öfkesi genellikle bir üst tarafından belirlenir. Bütün bunların dışında hareket etmeye kalktığında ise hemen bir kurum girer devreye ve bir nesne gibi yontarak biçim verir bireyin varlığına, tıpkı kahramanımız Ruhi Bey’in başına gelenlerde olduğu gibi.
Hüseyin Kıran’ın “Benim Adım Meleklerin Hizasına Yazılıdır” adlı kitabı, bize pek çok konuda düşünme imkȃnı sunarken, edebiyat ve felsefenin iç içe geçtiği iyi örneklerden birisi olarak çıkıyor karşımıza. Ruhi Bey karakteri üzerinden anlatılanlar insan türünün geldiği noktanın aynaya yansıması olarak beliriyor zihnimizde. Bize hep “akıllı” olmanın nasihat edildiği bir dönemden sonra kim bilir belki de dünyayı “akıl dışı”, sistemin kurumlarıyla biçimleyemediği, hayalleri başka bir dünyaya çıkan, deliler kurtaracak ve Ruhi Bey gibi tüm delilerin adı meleklerin hizasına yazılacak.
Emek Erez – edebiyathaber.net (8 Temmuz 2015)