“Herkes beden sağlığının önemini kabul eder: Akıl sağlığı da en az o kadar önemli değil midir? Modern hayat bizi büyük bir stres altına sokar; insanın kendisini sakin, huzurlu ve yeni deneyimlere açık hissetmesi çok zordur. Psikoterapist Philippa Perry bu kadar yıpranmadan ve çok fazla tatminsizlik yaşamadan da hayatımızı sürdürebileceğimizi gösteriyor. Zihinlerimizin nasıl işlediğini açıkladıktan sonra direncimizi artırmak, derinlik duygumuzu güçlendirmek ve yaratıcılığımızı yükseltmek için tasarlanmış egzersizler öneriyor. Bu kitap, aynı anda hem insan zihninin parlak bir açıklamasını hem de hayatın önümüze çıkardığı pek çok engelle mücadele etmenin yolunu sunuyor,” deniyor kısa tanıtım metninde, Sel Yayıncılık’tan çıkan “Akıl Sağlığımızı Nasıl Koruruz?” kitabı hakkında.
Bilim insanlarının son yıllarda geliştirdikleri beyin teorisine göre beyin aslında tek değil üç farklı yapıdan oluşuyor. Bu üç yapı zamanla birlikte iş görmeye başlıyor ancak yine de ayrı kalıyor. Beyin sapı reflekslerden sorumlu; bizi hayatta tutuyor, iş görmemizi sağlıyor ve pek çok tehlikeden koruyor. Öteki iki yapıya gelince: yaşamımızın ilk iki yılında sağ beynimiz son derece aktiftir, sol beynimiz ise daha durgundur. Ancak takip eden birkaç yılda gelişim tersine döner; sağ beynin gelişimi yavaşlar ve sol beyin oldukça aktif bir döneme girer. Öteki insanlara bağlanma yollarımız, nasıl güvendiğimiz, kendimizi genel olarak ne kadar rahat hissettiğimiz, bir üzüntüden sonra kendimizi ne kadar hızlı ya da ne kadar yavaş toparladığımız, ilk yıllarımızda sıkı bir şekilde sağ beynimizde temellenir. Bu nedenle sağ beyin, çoğu hissimizin ve içgüdümüzün temel mevzisi olarak görülebilir. Büyük oranda ötekilerle empati kuran, uyum sağlayan ve ilişkilenen yapıdır. Sağ beyin yalnızca ilk gelişen değildir, aynı zamanda sorumlu olarak kalmaya da devam eder. Bir bakışla, koklamayla işleri eline alır, durum değerlendirmesi yapar. Sol beyin temel dil, mantık ve akıl yürütme yapısı olarak adlandırılabilir. Sol beynimizi deneyimi dile çevirmek, düşüncelerimizi ve fikirlerimizi kendimize ve ötekilere ifade etmek ve planlarımızı hayat geçirmek için kullanırız. Kanıt temelli bilim sol beynin yeteneklerini kullanarak gelişir, tıpkı tasnifleyen ve düzenleyen taksonomi, felsefe ve filoloji gibi.
Sağ beynin de sol beynin de üzerimizdeki etkisi açıktır. Oldukça iyi nedenlerle bir şeyi yapmak akla yatkınken, kendimizi başka bir şeyi yaparken buluruz. Sol beynimiz dile sahiptir, ancak güç çoğunlukla sağ beyindedir. Bebekken bizimle ilk ilgilenenlerle ilişkimiz beynimizi geliştirir. Onların bize verdiği duygu ve düşünce süreçlerini yansıtır, tepkiler veririz. Şanslıysak ruh hallerimizi değerlendirir, hislerimize karşılık verir, bunların onlara da geçtiğini bize bildirirler. Aşağı yukarı iki yaşında beyinlerimiz çoktan ayrı ve bireysel kalıplar geliştirmiş olur. O zaman sol beyinlerimiz dili anlayacak kadar olgunlaşır. Bu iki gelişim iki beynimizi bütünleştirmemize belli ölçüde olanak verir. Sol beynimizi sağ tarafın duygularını dile dökmek için kullanma yeteneği elde ederiz. Fakat bizimle ilgilenenler bazı ruh hallerimizi görmezden gelirlerse, bilerek ya da bilmeyerek bizi cezalandırmış olurlar. Bu ileride bizim için sorun olur, çünkü ortaya çıktıkları zaman bu duyguları işlemek ve dil aracılığıyla mantığa dökmek daha zor hale gelir. İlk ilişkilerimiz ideal değilse, sonradan bir travma yaşadıysak, bebekliğimizde edindiğimiz güveni bir şekilde kaybedersek, yaşamımızın ilerleyen yıllarında duygusal zorluklar yaşayabiliriz. Mutlu bir çocukluk için geç kalmış olsak da, travmadan kaçmak mümkün olmasa da rotamızı değiştirmek yine de mümkündür.
Psikoterapistler “içe yansıtma” tabirini, bir insanın ya da kültürün karakteristik özelliklerini kişinin bilinçsiz bir şekilde kendi ruhuna işlemesini tarif etmek için kullanırlar. Gördüğümüz ebeveynliği içe yansıtma ve ilk bakıcılarımızın bıraktığı yerden devam etme eğilimindeyizdir; yani hissetme, düşünme, tepki verme ve yapma kalıpları saplanır kalır ve derinlerdedir. Bu illaki kötü bir şey olmayabilir, ebeveynlerimiz iyi bir iş çıkarmış da olabilirler. Ama kendimizi baskılanmış ya da tatminsiz hissediyorsak, daha aklı başında ve mutlu hale gelmek için bu kalıplarda değişiklik yapmak isteyebiliriz. Bunu nasıl yapabiliriz? Kusursuz bir reçete yok. Giderek daha fazla monotonluğa ve karmaşaya batıyorsak, düşüşümüzü kesmeye ihtiyaç duyarız, ister tedaviyle ister davranışlarımızı değiştirerek. Hayatta yeni bir odak isteyebiliriz, yeni fikirlerden ya da tamamen farklı bir şeyden yararlanabiliriz. Değişim için dört ana alan var: kendini gözlemlemek, başkalarıyla ilişkilenmek, faydalı stres ve kişisel hikâyemiz.
“Kendini gözlemleme” ile ilgili pratiklerden birine değinmek gerek: günlük tutmak. Katılımcıların yarısının günlük tuttuğu yarısının ise tutmadığı bir çalışma, kendimiz hakkında her gün bir şey yazmanın pozitif etkilerini göstermiş. Günlük tutanların tutmayanlara kıyasla daha iyi ruh hallerine sahip oldukları ve baskı hissettikleri anların daha az olduğu görülmüş. Aynı çalışmada bir travma ya da büyük bir kaybın ardından günlük tutmaya başlayanların daha az o ana döndüğü, daha az kabus gördüğü ve hatıralarıyla daha az zorlandıkları ortaya çıkmış. Yazmak kendi başına duygusal olarak işlemden geçirme edimi olabilir ve pek çok tehlike, aşırılık ve kontrol kaybı durumunun atlatılmasına yardım edebilir. Günlük tutanlar hastaneye daha az düşüyor, düştükleri zaman da daha az kalıyor. Günlük tutanların karaciğer işlevleri ve kan basınçları gelişiyor. Farklı karakterdeki bütün tipler günlük tutmanın yararını görüyor. Günlük tutmak bağışıklık sistemini de olumlu yönde etkiliyor, T hücresi gelişimi ve antikor üretimi sağlıyor. Çalışmalar ayrıca her gün şükrettikleri şeyleri listeledikleri “şükür günlükleri” tutanların ilişkileri ve yaşamları konusunda tatmin duygusunun geliştiğini de göstermiş.
Kendimizi gözlemlemek için mükemmel bir araç olan günlük tutmaya bugünden itibaren başlamaya ne dersiniz?
Serkan Parlak – edebiyathaber.net (9 Temmuz 2019)