Özge Samancı’nın 2016’da ABD’de yayınlanan ‘Dareto Disappointment: Growing Up in Turkey’ isimli grafik romanı büyük ilgi görmüştü. Kitap, geçtiğimiz haftalarda İletişim Yayınları tarafından ‘Bırak Üzülsünler‘ ismiyle Türkçeye kazandırıldı. Kitabın çevirisi Özge Samancı ve Necdet Dümelli tarafından yapılmış. Kitabın Korece ve Hollandacaya da çevrildiğini belirtelim.
Özge Samancı, uzun süredir ABD’de öğretim görevlisi olarak çalışıyor. Kendisinin aynı zamanda çizimlerini sergilediği OrdinaryComics isimli çok güzel bir web sitesi de var. Özge Samancı, çizgi-kolaj tarzında hazırladığı kitabını uzun yıllar süren bir çalışma sonuncu tamamlamış. Özge Samancı, Bırak Üzülsünler kitabında kendi hikayesinden yola çıkarak Türkiye’de büyümenin nasıl bir şey olduğunu anlatıyor. Samancı, hikayesindeki biyografik öğeler haricinde 80’li yıllarda çocuk olmanın durumlarını, üniversite sınavına hazırlanmanın yaratmış olduğu tahribatları, iyi bir iş bulma telaşı içinde gençliğin heba edilmesini ince bir mizah anlayışıyla aktarıyor bizlere. Kitap boyunca, bir nevi içini döküyor ve geçmişiyle hesaplaşıyor.
80’lerde çocuk olmak
80’lerde çocuk olmak, son yıllarda Türkiye’de bir takım nostaljik hissiyatlarla, dönemin eğlencesi öne çıkarılarak üzerinde çok konuşulan bir konu. Zamanın çok hızlı aktığı şu dönemde herkes kayıp zamanının izlerinin peşine düşüyor haliyle. Özge Samancı, Bırak Üzülsünler’de 80’li yıllar Türkiye’sini okuyucusunu nostaljik duygulara boğmadan, dönemin siyasi ve politik meselelerini arka plana incelikle ekleyerek ele alıyor. Yazar, dönemin modasını, kültürel zevkleriyle, Türkiye’yi 12 Eylül karanlığına götürecek siyasi gerilimini etkileyici bir şekilde dengeleyerek aktarıyor. Bir tarafta 12 Eylül askeri darbesi, sokağa çıkma yasakları, sokaklardan eksik olmayan silah seslerinin olduğu karanlık ve kasvetli bir politik atmosfer diğer taraftan henüz etrafı devasa alışveriş marketleri zincirlerinin sarmadığı, devasa gökdelenlerin gölgelerimizin üzerini kaplamadığı, alışverişin bakkaldan yapıldığı, mahalle kültürünün henüz kaybolmadığı bir Türkiye panoraması sunuyor bizlere.
Özge Samancı, darbenin insanlar üzerindeki etkisini ince detaylarla ama çarpıcı bir şekilde gösterirken dönemin eğlencesini, modasını da yine başarılı bir şekilde sunuyor. İstiklal Marşı’yla başlayan tek kanallı dönemin en büyük eğlencesi olan ve başlar başlamaz bütün Türkiye’nin ekrana kilitlendiği Dallas dizisi, büyük deniz kâşifi Kaptan Kusto, mandolin kursuna giden çocuklar, cep telefonunu ve internetin olmadığı sokakta hayaller kurarak oyun oynayan çocuklar, Samancı’nın karelerinde yerlerini alıyor. Samancı, bayat nostaljiyle “80’ler ne kadar güzeldi” söylemiyle anlatmıyor hikayesini. Aksine darbe günlerinde çocuk olmanın, perdelerin sımsıkıya kapatıldığı, henüz dünyaya açılmamış Türkiye’de, herkesin eğlencesinin ortak olduğu bir ortamda bir büyüme hikayesi anlatıyor.
“Önce bir mesleğin olsun”
Bırak Üzülsünler’de büyüme hikayesini tanıklık ettiğimiz kahramanımız yaş aldıkça dertleri de büyüyor, sıkıntıları çoğalıyor. Kahramanımız değiştikçe Türkiye’de değişiyor haliyle. 1980 sonrası sıkıyönetim bitiyor. Turgut Özal seçimleri kazanıyor. 80’li yıllara damgasını vuracak Özallı yıllar başlıyor, Türkiye dışa açılıyor. İthalat, ihracat serbest oluyor. 80 öncesi yasaklı olan birçok yabancı ürün raflara düşüyor. Bazıları kısa sürede voliyi vuruyor, paraya para demiyor. Bu yeni ekonomi politik en çok orta direği vuruyor, alınan üç kuruş maaşla ay sonu bir türlü gelmiyor. “İşini bilen” bazı memurlar ise yolunu buluyor. Rüşvet, üçkağıt, rant dönemin kilit kelimeleri oluyor. Samancı’nın ailesi ise tipik bir orta sınıf, kendisi bir öğretmen çocuğu. Sürekli yapılan zamlardan, hayat pahalılığından çok etkileniyorlar haliyle, ay sonu hesap-kitap defteri hep açık oluyor. Kahramanımızın her istediğini alamıyorlar, ablasının eski elbiselerini giymek durumunda kalıyor. Ailesi zengin olan arkadaşları ise boğaz manzaralı evlerinde Commodore 64 oynayıp canavar yakalıyor, son moda spor ayakkabıları giyip, Madonna, George Michael dinliyor. Kahramanımız, böyle bir ortamda ailesine yük olmamak için iyi bir okulda okumak zorunda. İyi bir okulu kazanabilmek için de çok çalışmak durumunda; haliyle hobiler, zevkler bir kenara itiliyor.
Odasına kapanıyor, kahramanı ve olmak istediği Kaptan Kusto posterinin üzerine periyodik tabloyu asıyor. Deneme sınavları ve dershane arası mekik dokunan günler başlıyor. Kahramanımızın ablası sınavlarda başarıdan başarıya koşturuyor, onun ardında kalmamak lazım. Ablası hiç hayalini kurmadığı halde,sadece çok prestijli bir okul olduğu için yazdığı Boğaziçi Bilgisayar Mühendisliği’ni kazanıyor. Babası herkese ondan gururla bahsediyor. Bu durumda Özge’nin de iyi bir okul kazanması lazım, daha çok havuz problemi sorusu çözmesi lazım. Sonra anne-babayı utandırmamak lazım, eve gelen sıkıcı komşuların başarılı çocuklarının hikayesini dinlemek zorunda kalırlar. Kahramanımız böyle bir ortamda büyümeye, hayaller kurmaya çalışıyor. İstediği mesleği yapmak istiyor. Hayatta ona biçilen rolü oynamak istemiyor. Ailesi ise ondan iyi bir mesleğe sahip olmasını, önce ekonomik olarak kendisini kurtarmasını bekliyor.
Kahramanımız ise Kaptan Kusto gibi denizci olmak istiyor, denizi keşfetmek istiyor, oyuncu olmak istiyor, birçok farklı rolde oynamak istiyor. Önüne konulan senaryosu belirli bir hayatı seçmek istemiyor ama ne zaman bu hikayenin dışına çıkmaya kalksa, etrafına üşüşen aile büyükleri koro halinde ondan iyi bir meslek sahibi olmasını, oyunculuğu hobi olarak yapmasını bekliyorlar. Kahramanımız mecburen ablasının izninden gidiyor. O da hiç hayal etmediği halde yazdığı Boğaziçi Matematik Bölümü’nü kazanıyor. Geriye kalan ise mutsuz bir üniversite hayatı, sıkıcı dersler, hayaller ve gerçekler arasına sıkışmış bir ömür tehlikesi. Lakin kahramanımız bu hikayeye devam etmek istemiyor, o ideallerinin peşinden kendi hikayesini yazmak için yola koyuluyor. Özge Samancı’nın ifadesiyle söyleyecek olursak:
“Türkiye’de yıllarca çalışıp debelenip bir baltaya sap olamadım diye hisseden büyük bir kitle var. Yaprak gibi oradan oraya savrulmuş. Bu kitap biraz da o “hayatımı heba ettim” hissiyatının arka planına bakıyor. Her an her şeyin olabileceği ülkemizde aman kimseye muhtaç olmayayım, sevmesem de olur, para kazanacak bir işim olsun, yaptıkça belki severim diyoruz. İşin içine şöyle bilinen bir üniversitede ahım şahım bir bölüme girip aileye, öğretmenlere, eşe, dosta, cümle aleme ne olduğumuzu gösterme çabası da eklenince kendimizi hiç ilgimiz olmayan bir şey okurken buluyoruz. O da şanslıysak, üniversiteye girebilmişsek.”
Özge Samancı kitap boyunca “anlatılan senin hikayendir” diyor bizlere. Kendi hikayesinden yola çıkarak ‘80 kuşağının hüzünlü hikayesini anlatıyor. Bir Türkiye panoraması çiziyor. Nasıl bir ortamda büyüdüğümüzü, çarpık eğitim sistemimizin, çalkantılı siyasi atmosferin üzerimizde nasıl bir etki yarattığını etkileyici bir şekilde anlatıyor. Bırak Üzülsünler, 12 Eylül karanlığında büyümeye çalışan çocukların, cinsiyetçi, tektipçi ve milliyetçi tedrisatla hayata başlayanların, Anadolu Lisesi sınavı, üniversite giriş sınavı telaşı içinde heba edilen yılların hikayesi. Bir ömür mutsuzluğa itilen bir dolu genç insanın ve bütün bu garip ortamda kendi ayakları üstünden durmaya çabalayan bir kadının öyküsü özetle. Kitabın vuruculuğu da hikayenin gerçek olmasından kaynaklanıyor sanıyorum. Bununla beraber kitap esas olarak yurtdışındaki okuyucu için hazırlandığı için bizim dışarıdan nasıl gözüktüğümüzü görmemizi sağlıyor.
Bırak Üzülsünler, samimi bir iç dökme, otoriteye, hayalleri erteleme çağrısı yapanlara inat hayallerinin peşinde gidenlere sesleniyor: “İşin en zor kısmı dört bir yandan gelen seslerin içinde içimizde gelen sesi duyabilmek. O sesi duyup peşinden gidemezsek, başkalarının bize biçtiği hayatı yaşıyoruz. Umarım yıllarca kafamda sırt çantası gibi taşıdığım bu kitap aynı yollardan geçenlere sinyal çakar, benden artık bir şey olmaz diyenlere de umut ışığı yakar.”
Can Öktemer – edebiyathaber.net (22 Şubat 2017)