2020’nin Ağustos ayında raflarda yerini alan “Akıp Giden Günlerimiz”, Özcan Yılmaz’ın ilk öykü kitabı. Notos Yayınları tarafından okurlara sunulan kitap, sekiz öyküden oluşuyor. Uzunluğu kısa öykü ile novella (uzun öykü) arasında değişen öyküler, sadeliğin sınırlarını zorluyor.
Boşluklarının farkına varan, yaşamlarının her karesinde dış dünyayla mesafeli olmayı yeğleyen karakterler; geleceği, geçmişi, karmaşayı, yaşlanan zamanın yanıtsızlığını, tekrarlanan sıradanlıklarımızı, aynılaşmış onlarca yaşantıyı yalın bir dille okuyucuya sunuyor. Öyküler, derin anlamların peşinde olmayan anlatıcı ile derdini anlatmak için sırasını bekleyen karakterlerin sabrıyla şekilleniyor.
“Akıp Giden Günlerimiz”, hayatımızı çevreleyen, kimsenin farkında olmadığı ancak ayrıntılarına odaklandıkça görülebilen ve detaylarda boğulan kişiliklerin günümüz problemlerinin çözümsüzlükleri üzerine kurulu öykülerin iç dünyalarına ayak uydurmakta zorlanan bireyler tüm öykülerin atmosferini oluşturuyor. Yılmaz, oluşturduğu karakterleri süslü ifadelerden kaçınarak ve iç dünyasının yansımalardan olabildiğince uzak tutarak konuşturuyor. Bununla birlikte soğuk bir dille devam eden öyküler, okuyucunun ilk zamanlarda kurgu ve içerikle bağ kurmasını zorluyor. Ancak öykülerin sonlarında, giriş cümlelerinden uzak olmayan yanların varlığı bütünlüğü sağlıyor. Gerçekliğin parçalanarak sunulduğu metinlerde yaratılan kurgu, insanın yazgısının da bütünlenebilirliğini amaç ediniyor. Bu durum Thomas Bernhard’ın “Gerçeklik öyle kötüdür ki tarifi imkânsızdır, hiçbir yazar onu gerçekten olduğu haliyle tarif edemedi, korkunç olan da bu,” sözünü akıllara getirirken iç ve dış dünya arasında sıkışmanın kaçınılmaz olduğunu anlatıyor.
Katıksız bir gerçeklik ne kadar etkili olabilir ki? Gerçekliğin kaynağına ulaşmanın temelinde, zihin ve bilincin uzantısı olan metinlerde yer alan imgelerin dışavurumu vardır. Özcan Yılmaz, çokça yer verdiği bu dışavurumun toplumdan ziyade kişilerin içsel çatışkılarını metne dönüştürmüştür. Anlatmak istediklerini direkt ifade etmek yerine karakterlerin kişilikleriyle/sesiyle sunuyor. Böylece okuyucu, adeta umursamaz bir tavır içinde oluşturulan bireylerle bağ kurmak yerine onlara alıştığını fark ediyor. Bir anda olup biten olaylar yerine, devamlılık özelliği gösteren öykülerin sonunda her insanın hayatından parçalar yer alıyor. Bununla beraber üzüntü, keder, öfke nefret, mutluluk gibi duygular abartılmadan; yerine ve zamanına uygun şekilde metinlere yerleştiriliyor. Öte yandan öykülerin gelişimi, metinlerin tökezlemeden ilerlemesi karakterlere çivilenen seslerle ilişkili. Çünkü öyküde olay örgüsü, hikâye içeriği, dil ve üslup kurgunun bütünlüğünü sağlarken hakikat ile hayalin gerçeğe varma yolculuğu karakterlerle şekilleniyor. Dolayısıyla öykünün taşıyıcı özelliklerini yaratılan bireyler üstleniyor. Böylece hikâyeler, organik bir bütünlük gösteriyor.
Çok katmanlı olmayan öyküler, zaman zaman farklı yollardan sonuca ulaşıyor. Olay örgüsü ve düğümlerin birbiriyle olan bağlantısı okuyucuda kopukluk duygusuna yer vermiyor. Bu durumu düş ve gerçekliğin başarılı bir şekilde bir arada tutulmasına bağlayabiliriz. Borges’in “Düş görmek, uyanıkken gördüğümüz nesneleri bir araya getirmek, onlardan bir öykü ya da öykü dizisi örmektir.” cümlesi, kurguyu açıklayıcı biçimde ifade ediyor.
Öykülerin oluşturduğu kişilikler, okuyucunun özenmek isteyeceği seslerden ziyade, bir nevi kendini bulmasıdır denebilir. Dolayısıyla kitapta bugünün dünyasında edebiyatın belli kesimlerinde özenilecek kişilik/karakter yaratma çabası görünmüyor. Özellikle “Otobüslerin Vardığı Yer” öyküsünde Melek Hanım ve Serdar Bey’in diyaloglarında Anadolu’nun herhangi bir ailesinde rahatlıkla karşılaşabileceğiniz ifadeler mevcut. “O artık kızımız değil, dedi, hain olmayı seçti o,” diyerek iç sesiyle konuşan Serdar Bey’de, “Belki o da kızını vatan haini görenlerden. Söylemesi ne basit, vatan haini, herkese göre anlamı farklı ama herkes aynı kolaylıkla söylüyor,” (s.106) diye içinden geçiren Melek Hanım’da bu dilin -iç çatışmaya rağmen- sadeliklerini görmek mümkün.
Bugünün Türkiyesi’nde çokça rastladığımız bu ifadelere metinlerde rastlamak çokça sarsmıyor okuyucu ancak “hain” ifadesinin tek başına içerdiği anlam ile “vatan haini” ifadesinin iletileri çok farklı. Günümüz koşullarında birçok diyalogda rastladığımız bu ifadeler, bireylerin yaşam/düşünce alanını ciddi biçimde sınırlamaktadır. Gerçekte de herkesin kolaylıkla söylediği cümlenin sonuçları birçok insan için çok ağır olmaktadır. Girişte metinlerin çok katmanlı olmadığını belirtmemize rağmen bazı noktalarda buna benzer cümlelerin varlığı, okuyucunun uzun süre düşünmesine imkân tanıyacak nitelikte.
Aynı öykünün başka bir paragrafında “Denklemleri anlattım, eşitliğin nasıl sağlandığını. Kuralları öğrendikten sonra dünyayı kavramanın ne kadar kolay olacağını anlatmaya çalıştım. Ben kurallara uymaktan başka bir şey yapmadım Melek.” Diyen Serdar Bey, toplumsal baskıların bireyleri getirdiğini halleri ve kuralların insan yaşamından daha değerli olduğunu anlatır gibi. Bununla beraber, bu topraklarda insana=hayvana=bitkiye dair hiçbir zaman eşitliğin sağlanmadığını varsayarsak mevcut ifadenin bir ironi olduğunu da kabul edebiliriz.
“Beni Burada Bekle” öyküsünde ise “Adam çocuklarının ikisini de sevmedi. Sevmek istedi, bunun için gerçekten çaba gösterdi ama olmadı. Acaba gerçek babaları değil miyim diye sorar kendine. Ne fark eder ki, der sonra, benden ya da değil, bu onları sevmemi sağlayacak mı?” (s. 114) şeklinde yer alan ifadelerde “baba” sorunsalının ele alındığını söyleyebiliriz. Öyküde çocuklarıyla uyumsuz bir ilişkisi olan bireyin, iç dünyasındaki çatışkılarına değiniliyor. Dışsal dünyanın “baba” figürünü ele geçirdiğini aksettiren “kahraman/baba”da, bundan kaynaklı aile bağını bir türlü kotaramadığı görülüyor. Bir genellemeyle, iç dünyasına hükmetmeyi başaramayanların vardığı sonucun “kendini ait olduğu yer ile özdeşleştirememek” olduğunu söyleyebiliriz.
Özcan Yılmaz’ın metinleriyle sınırlı olmayan bu sorunsalı, babası ile büyük sıkıntılar yaşayan Kafka’da, Turgenyev’in Babalar ve Oğullar’ında, Halikarnas Balıkçısı’nda, baba-çocuk çatışkısını ele alan Gaye Boralıoğlu’nun “Dünyadan Aşağı”, Suzan Samancı’nın “Kokunun Irmağında” gibi günümüz kitaplarında, Şükrü Erbaş’ın şiirlerinde de “Yalnızca gaz lambasıyla konuşan bir diş gıcırtısıydı babam.” görülüyor. Özellikle Ortadoğu özelinde değerlendirildiğinde “baba” figürünün genellikle aile içi problemlerin temelini oluşturduğunu ifade edebiliriz. Ancak baba ile özdeşleşmek yerine empatiye imkân verecek şekilde onu anlama yolunun ayrıntılarına eğilebiliriz. Yılmaz, her daim var olacak baba sorununu metinlerine dâhil ederken tekrara düşmüş diyenler olabilir fakat aynı problemin bitmeyen ve herkeste farklı sonuçlar ortaya çıkaran yanını kendince yarattığı bir güzergâhtan sunmuştur okuyucuya.
Zaman, her öyküde ayrı bir boyutla karşımıza çıkıyor. Kimi bölümde çok hızlı sürüklenen zaman, kimisinde okuyucuyu yavaşlatan, yavaşlatırken düşündüren detaylar barındırıyor. Okuyucuyu uyuşturan yekpare bir çizgide geçmiyor vakit. Bunu söylerken coşkun bir anlatımın olduğunu düşünmemekte fayda var. Öykünün, zamanı ve sözcükleri kullanmada yazarı zorlayan tür olduğu bilinir. Bu noktada yazarın, dili ekonomik kullanması, çoğu noktada boşlukları doldurmak için duraksayıp, okuyucuya da çok şey bırakıyor.
Özcan Yılmaz’ın öykülerinde var olan içerik çeşitliliği bazı öykülerinde ortak tema etrafında bir araya geliyor. “Nedim Şair Olmak İstiyor” öyküsü ile “İşe Yaramanın Onca Hali” öyküsü benzer yönlerden ele alınıyor. Anlatıcıların farklılaştığı iki öyküde de anlatının bütün öykülerde sezilen donuk, soğuk ve mesafeli dili aynı şekilde işleniyor. Altmıştan fazla metnin ayrı başlıklarla bir araya getirilmesi “İşe Yaramanın Onca Hali” öyküsünün ilk bakışta kopuk ilerlediği izlenimini verse de senelerle ifade edilen zamanın ortaya konması bu biçimde mümkün olabiliyor.
Anlatının çizgisi aslında, yazarın karakter oluşturma biçimini belirler. Fakat yaratılan yazınsal kişilik de gerçeklik refleksine yakın bir duruş ile okuyucu etkiler. “Nedim Şair Olmak İstiyor” öyküsünde yazar bir anne ve babanın hayattan isteklerini iki farklı boyut ile sunuyor: Evlenmeden baba olmak isteyen Nedim’in evlendikten sonra şair olmak istemesi ve evlenmeden anne olmak isteyen Serap’ın, evlendikten sonra öğretmen olması. Terry Eagleton “Eleştiriyi masum olmayan bir disiplin olarak görmek güçtür.” diyerek belki de edebiyatı anlama, onu herhangi bir biçimde görme derdimizin yazınsal biçimini kastetmiştir. Bunun yanı sıra son yıllarda nicel olarak artan bir edebiyat (roman-öykü-şiir) vahası var. Bunun niteliksel boyutu elbette tartışılır ancak Nedim’in derdinden yola çıkarak şair/yazar olmak isteyen çok kişi olduğu da söylenebilir.
Hırsla artan edebi metinlerin bocalamasına dikkat çeken Özcan Yılmaz, Nedim’in kişiliğinde var ettiği bu arzuyu öykünün sonunda “Bir de Nedim var elbet, şair olmaktan vazgeçmiş, şiir yazan Nedim, bir tek şiir” cümlesiyle ironik biçimde dile getiriyor. Yazınsal metinlerin vazgeçilmez öğelerinden olan mekân ve nesne olay örgüsünün ardılı ve önündeki ışığıdır. Nedim’in baba figürü konusundaki yetersizliği ile umursamaz tavırları birleşince kahraman (okuyucu da) zihinsel bir karmaşanın merkezinde buluyor kendini. İstediği mekânın (şair olmak için gerekli ortam) olmayışını çoğunun olmasına bağlıyor Nedim ve böylece iç sesi: “Şair olmak istediğimi herkese ilan edeceksem önce gerçekten şiir yazmayı becermeliyim.” (s.49) diyor ona. Nedim’in bocalaması iç dünyası ile sınırlı kalıyor. Eşi doğum yaparken bir şeyler atıştırmak için doğumhaneden uzaklaşması ve geri dönüşünün uzun sürmesi gibi durumlar, koşullarını kabul etmeyişinin ve istediği koşullar altında ezilmesinin göstergeleri. Merak duygusunu unutmamak gerekiyor. Öykünün giriş cümlesi Nedim’in şair, Serap’ın öğretmen olma ihtimallerini sunarak okuyucuda merak hissi uyandırıyor. Bu durum Nedim’in öyküsü için geçerli bir durum değildir, yazarın diğer öykülerinde de merak duygusunun baskın bir unsur olduğunu söyleyebiliriz.
Özcan Yılmaz, tüm öykülerinde gözlemlediği yaşamların ve kendisinin/başkalarının iç dünyasındaki karmaşaların izleğini sürüyor. İlk öykü kitabı olmasına rağmen, çok daha iyi devam edeceğini imliyor. “Akıp Giden Günlerimiz”; kendini bir yere konumlandırabilme çabasını, insan olmanın getirdiği bireysel ve toplumsal çatışmaları ve bu çatışmaları yaşarken herkesin sorabileceği basit ancak önemli soruları ortaya koyan yapısıyla günlerin akıp gittiğini fark edenlere yeni bir bakış açısı kazandırıyor.
Deniz Mahabad – edebiyathaber.net (7 Mayıs 2021)