“Her derinlemesine okumam, içimde çınlayan karanlığın sürüp gideceğini, natamam olma hâlinin ölene kadar devam edeceğini bana hatırlatıyor.
Kafandaki derdin izini sürmek, bu oluş hâlinde müthiş bir haz…”
Şizofreni tanımına baktığımızda, “kişide, gerçeklerle olan bağın azalması düşünce, duygu ve davranışlarda bozulmaların oluştuğu ruh hastalığı” olarak, kısaca tanımlanabilir. Tanımlanamayabilir de çünkü henüz neden nasıl oluştuğuyla ilgili tıbbi bir bilgiye ulaşılmış değil. Bu da şizofreninin ‘nasıl’ını saklı tutuyor. Fakat sonuçlarından yola çıkarak açıklanmaya çalışılan bu ruh hastalığı, “halüsinasyon, sanrı, düzensiz düşünme ve davranışlar” üzerinden açıklanıyor. Alacakaranlık Edebiyatı kitabı yazarı Anıl Yıldız’ın sıkça söz ettiği “Kültürel Şizofreni”den bahsetmek için böyle bir açıklayıcı girizgâhla başlamak istedim, elbette “hasta ve hastalık alacakaranlığı”nı bilinmezlikte tutma hakkını saklı tutarak! Belki de bakmamız gereken yer, “gerçeklik algısının bozulması”. “Gerçek”, çoğun korkulan, kaçılan, inkar edilen bir olgu olmuştur. Gerçeği “delilerin” dile getirmesi de bir tarafta saklı kalsın… Kültürel şizofreniyi “kültür” üzerinden açıklamaya çalışmak, daha uygun gibi. “Kültür”, üretilen, yaratılan bir kavram olduğundan, hâkim ideolojiler tarafından hegomanya altına alınır. Böylelikle kültürün belli bir görüşün düşüncesine dönüştürülmeye çalışılması da mümkün olur ki iktidarlar çoğulculuk ilkesini değil, kendi görüşlerinin yayılması taraftarıdırlar. Kitapta söz edilen “minör edebiyat” ve belli bir görüş dışı tüm sanat, edebiyat eserlerine ötekileştirici bir tutum sergiler hâkim sınıf. Bu saptamadan hareketle, ideolojilerin temsilcilerinin güdümündeki sanat ve edebiyat, gücün verdiği meşru düzenle cemaat kültürünü oluşturarak “tekil” düşüncenin de uzağına düşer; eleştirel sorgulamaya yer vermediğinden , “gerçeklik” sorgulanması gereken bir kavram olmaktan çıkar. İşaret edilen, itaat edilendir. Kitlesel bir huşu oluşur. Dayatılan kültür bireyselliği yok ettiğinden, teklikten bahsedilemeyeceğinden, toplu bir değerlendirme içinde gerçek dışı bir alana hapsedilen kitle kültürü dediğimiz oluşumu “kültürel şizofreni” olarak da adlandırabiliriz. “Modern insan, ideoloji, dava ile kendine özgün bir hikâye yarattığını sanırken, kendi gerçekliğinden kopuk, histerik bir atmosfer yaratır. Bu atmosfer ve gerçek yaşam arasındaki fark gittikçe açılır. Bu fark açıldıkça…sahte gerçeklikler inşa edilir.”s.9
Anıl Yıldız tam da buradan soruyor sorusunu: “Edebiyat cemaat dışı kalan suskunların sesi olabilir mi?”
Yazarın, Foucault’nun “Deliliğin Tarihi”ni yazması gibi, “Suskunluğun “Tarihi” de yazılabilir mi? sorusu, bizi tarih yazıcılığına götürmeyecek elbette. Ama bize yeni bir dilin varlığını işaretleyebilir. Büyük anlatılar “olmak” fiili üzerinden dikey efsanevi oluş dışına çıkarak, deneyimsel bir çabaya yüzümüzü döndürebilir mi? sorusunu dile getirebilir.
Anıl Yıldız, “Şölen sofrasından kovulanlar” olarak belirttiği, sesi gömülü olanın kazıyarak sesine geri ulaşmasının ihtimalini bize hatırlatırken, kurulu şölene geri dönülmeyeceğini de kendi şölenimizi oluşturabileceğimizi de fısıldıyor. Kitabın sonunda, bu sofradan kovulanlara “notlar” sayfası yer verilmekte.
Aşk, çoğu zaman ötekinde yok olma olarak tanımlansa da Anıl Yıldız, “onun gözünden dünyayı görme biçimi” gibi varlığın görüşünü genişletmeyi seçmiş olması dikkate değer. ‘Aşk’ın, deneysel bir macera arayışı olabileceği düşüncesi, semadan yeryüzüne indirmesi, biz insanın ulaşılmaz olana sevdalanma gibi, bedeni ruhtan ayırıp, ‘o’ uzağa, çok uzağa ötelemesinin de bir yanılsama olabileceğini anımsatmıyor mu?
Edebiyatta “absürde karakter”, tam da büyük anlatıya karşı ironik bir çığlık değil midir? Yazarın tanımıyla, “bilinçte bir yarık” oluşturarak yabancılaşmanın da ötesine giden Kafka eserlerinin, varlığı dönüştürerek koskoca dünyada zihin hapishanelerinde tekil ruhumuzun inkârına karşı, orada oluşumuzun ispatı değil midir?
Modern toplumların reçeteler sunarak “yapabilirsin; sen de olabilirsin” nidalarıyla başarı endeksli toplum çağrılarına karşı, yazarın “patika yol”u önermesi, tekliğin yaşam hakkı olarak algılanabilir. Ana yolun bilinirliğine, geleceğin hep amansız çalışmalar sonucu oluşturulabileceğine karşı ‘şimdi’nin yaşanmasına bir çağrı, patika yolun engebesi ve çakılının geleceğe değil, ‘an’daki macera ruhunu anımsatması, yarış atına dönen günümüz insanına geri dönebileceği, durabileceği, yürüdüğü zeminde toprak kokusunu alabileceğinin anımsatması değil midir aynı zamanda?
Fikirlerin ‘doxa’ya dönüşmesi, inancın düşüncenin yerine geçmesi, sonsuz var olma biçimi mümkünken, tek bir alanda kısıtlı tutarak, şiarını böyle oluşturan toplumlarda düşüncenin gelişmemesine dikkatimizi çekiyor Anıl Yıldız. Yaşamın akışkanlığını unutmamamızı, insanın bedensel ve düşünsel varlığının ideoloji, din, inanç ya da belli bir düşünceyle sınırlandırmamak gerektiğini salık veriyor. Toplulukların, inançların, ideolojilerin, hâkim sınıfın sınırlayıcı düşüncesinin ötelerine bakabilmemizi, aslında kendi karanlığımıza bakarak, kendi edebiyatımızı “Alacakaranlık Edebiyatı”nı kendi dilimizle oluşturabiliriz diyor yazar.
Deleuze’ün, “kendisini deneyimden başka bir şeye sunmayan” olarak ifadelendirdiği “minör edebiyat”, sessizin dilini sessizlikten duyulur hale getirmesiyle örnek oluşturuyor adını andığımız “Alacakaranlık Edebiyatı.” Varlığımızın göçebeleştiği çağımızı yersiz-yurtsuz bir dil ile, öznenin yüce kılındığı edebiyatın dışından kenar köşeden seslenen bir edebiyat önermesi yapıyor yazar. Adımızın silineceğini bilerek yazmak kadar, okumanın da yüce bir varlığa erişmek değil, okur-yazar deneyimini ortaklaştırmak olduğu da “Alacakaranlık Edebiyatı” için söylenebilir.
Dostoyevski’nin “gururun psikanalizi’ni yapabilme kabiliyeti, Cioran’ın bozguncu ve yıkıcı dilinin sarsıntısı, Kafka’nın özneyi yıkarak karanlıktan gösterebilme yetisi “Alacakaranlık Edebiyatı’nın” varlığının ve etkisinin de göstergesi olsa gerek. Yazar, anıtsal tarihe karşı, helezonik düşünce ile estetik bir anlayışın “Alacakaranlık Edebiyatı”nı oluşturduğunu belirtiyor..
Anıl Yıldız’ın kitabının birkaç yerinde değindiği “hayret felsefesi” heyecan verici bir tanım olarak karşımıza çıkıyor. Üzerinde durmamızı ve düşünmemizi, hatta gülümsememizi oluşturacak bir durak diye düşünüyorum, sanatsal yaşamın tam da bu olduğu bu güzelliği…
Spinoza’nın, “bedenimizin neyi yapmaya kudreti olduğunu halen bilmiyoruz” sözünden ilhamla, Anıl Yıldız da, “kalemimizin neyi yapmaya kudreti olduğunu halen bilmiyoruz” der gibi, incelemeyi, araştırmayı, tartışmayı hak eden bir metin yazarın önümüze bıraktığı “Alacakaranlık Edebiyatı”.
Kaynak: Alacakaranlık Edebiyatı, Anıl Yıldız / Artshop Yayınları, Kasım 2022
edebiyathaber.net (1 Aralık 2022)