Albert Camus’un “Başkaldıran İnsan”ı her daim kitaplığımda bulundurduğum bir kitaptır. Hapishaneden çıkarken birkaç kitabımı yanımda dışarı çıkardım, işte bu kitapta onlardan biridir. Yakın zamanda yeniden bakma gereği duydum. 25 yıl önce hapishanede okurken altını çizdiğim kısımları paylaşmak istedim. Albert Camus 1950’li yıllarda Batı’da hem sol hem de sağ çevreler tarafından dışlanan bir yazar olmasını kıymetli bulduğumu belirtmem gerekiyor. Bir yazarın, düşün insanının birkaç mahalle tarafından dışlanması çok rastladığımız bir şey değildir. Bir yazarın bir mahalleye örgüte angaje olmama durumu başlı başına ona özgünlük katar. Bence Camus’un ayrım yapmadan mahalleleri karşısına alması bir Başkaldıran insan tavrıdır. Bu anlamıyla Albert Camus da yazmış olduğu kitabına uygun bir başkaldıran insandır. Belki de kitabında Başkaldıran İnsan’ı anlatırken biraz da kendini tarif ediyordu. Kitabında bu durumu şöyle tanımlıyordu.
“Devrimci aynı zamanda başkaldırmış bir insandır ya da devrimci değildir, başkaldırıya karşı çıkan polis ve memurdur. Ama başkaldırmış insansa, sonunda devrimin karşısına da dikilir. Öyle ki, bir tutumdan ötekine ilerleme değil, gittikçe artan bir çelişki ve süredeşlik vardır. Her devrimci ya ezen kişi, ya sapkın olur sonunda. Seçtikleri tümüyle tarihsel evrende, başkaldırı da, devrim de aynı ikileme çıkar: ya polislik ya çılgınlık.” (Başkaldıran İnsan)
Camus yapmış olduğu bu “devrimci” insan tanımından yola çıkarak devrimlere ilişkin de devrimlerin geriye bıraktığı bazı sonuçlardan bahseder. Ona göre, “Tüm yeni devrimler devletin güçlenmesiyle sonuçlanmıştır. 1789 Napolêon’u getirir, 1848 Üçüncü Napolêon’ u, 1917 Stalin’i, 20 yıllarında İtalya’da çıkan kargaşalıklar Mussolini’yi, Weimar cumhuriyeti de Hitler’i.” (s.176 – Can Yayınları – Tahsin Yücel çevirisi)
Camus, son iki yüzyılda yapılan devrimlerin bu yıkıcı yanlarını görüp yazması nedeniyle de birçok devrimci romantik yazar düşün insanından ayrılır. Batı’da 1917 Sosyalist Ekim devrimi üzerine güzelleme yapıp beklenti içinde olanların aksine, o Ekim devriminin yıkıcı yanlarını teşhir etmiştir.
“…Bilimsel olduğunu söyleyen bir sosyalizm nasıl oldu da olgulara takılıp kalıverdi böyle? Yanıtı basit: bilimsel değildi. Bilimsel olmak şöyle dursun, aynı zamanda hem gerekirci, hem önbilici, hem eytişimsel, hem de inakçı olması yüzünden, oldukça bulanık bir yöntemden ileri gelir başarısızlığı.” (Başkaldıran İnsan – s.213)
Ekim devrimi hakkında bugün bir çokları bu kıvama gelmiş ve böyle düşünüyor olabilirler. Ama 1950’lerde SSCB rejimi hakkında bu eleştirileri dile getirmek özellikle Sol Batı enteljiyasında çok rastlanan bir şey değildir. O yıllarda sosyalistlere ve Sovyet sosyalizmine yönelik yapmış olduğu eleştirilerden dolayı Camus’un, Sartre’la ve bir çok sosyalist yazar düşün insanıyla yolları ayrılmıştır. Sartre sosyalistlere yakın durmuş ve Camus’un dile getirdiği eleştirilerden rahatsızlık duymuştur. Camus’un bu özgünlüğünü kızı Catherine Camus şöyle dile getiriyor:
“Yazmak, kendini yanlış anlaşılmaya ve anlaşılmamaya maruz bırakmak demektir. Bunu iyi biliyordu babam. Küçük bir kızdım ama çevresindeki saldırganlığı seziyordum. 1951’de Başkaldıran İnsan yapıtıyla bir tabuyu sarstı. O dönemde Sovyetler Birliği’ne dokunma hakkınız yoktu. Oysa herkes Gulag’ın varolduğunu biliyordu. İyi bir amaç uğruna deniyordu. Susuluyordu. Babam konuşmaya karar vermişti. Bu da kimsenin hoşuna gitmiyordu. Bir gün ‘daha sonraları anladım ki Francis Jeanson’un Sartre’ın emriyle kitabı inanılmaz ölçüde sert eleştirdiği, Les Temps Modernes ile aralarındaki korkunç polemikten sonraymış’ babamı salonda, alçak bir koltukta, başını eğmiş otururken buldum. ‘Üzgün müsün baba?’ dedim ona. Başını kaldırdı, gözlerimin içine baktı ve ‘Hayır, yalnızım’ diye yanıt verdi. Hiç unutmadım bunu.
Albert Camus yeri geldiğinde devrimcilere ve Komünist partiye de muhalif olabilmiştir. Böyle olduğu için de 1934 te Fransız Komünist partisinden “Troçkist” olduğu iddiasıyla atılır. Yazarlık hayatı sıkıntılar içinde geçer. Bu sıkıntılarını 1957 de Nobel edebiyat ödül konuşmasında şöyle dile getirir. “Komünistler gerici biri olduğumu söylüyorlar, gericiler de komünist olduğumu söylüyorlar. Dinsizler beni çok fazla Hıristiyan buluyorlar, Hıristiyanlar da dinsizliğime lanet ediyorlar.” (s.150 – 20. Yüzyıla Yön Veren 20 Büyük Filozof – Roger pol Drot – Say Yayınları)
Yazarın sahici olanı da her türlü ideolojik insan ve gruplar tarafından eleştirilen ve dışlananıdır. Albert Camus işte böyle bir yazardır.
Camus’un 1951’de yazdığı bu kitap güncelliğinden bir şey kaybetti mi? Bu sorunun cevabını aslında yine Camus’un kendisi veriyor. “Başkaldırıyorum, demek ki varız.” diyor. Camus’a göre her türlü otoriteye başkaldırmak, insanın var olma gerekçesidir. Buradan baktığımızda “Başkaldıran İnsan” ın içerdiği pozitif sınır analizleri de günceldir. Camus’un düşüncesinin temeli ölçü ve ölçüsüzlüktür. Hayat zorlama bir ölçüsüzlük tarafından ele geçirildiğinde Camus’a göre başkaldırı geri döner. Camus bu konuda haksız sayılmaz. Adalet dağıtanların suçlulara dönüştüğü süreçleri hatırlayalım, karşıtına dönüşmüş devrimleri hatırlayalım, daha devrim yapmadan zalim olmuş örgütleri hatırlayalım tüm bunlara karşı başkaldırıp fikri bir tavır geliştirmek gerekmiyor mu? Bazı şeyler zaman ötesi gibidir, “Başkaldıran İnsan” ın da çağı zamanı yoktur, o hep ters giden akıntıya karşı başkaldırmak zorunda!
edebiyathaber.net (30 Ekim 2023)