Ali Günay: “Antakya Ruhunu ve onu oluşturan bileşenleri yok etmemesi için bir dönemi kayda geçirmeye ve tarihe not bırakmaya çalıştım “   

Nisan 8, 2025

Ali Günay: “Antakya Ruhunu ve onu oluşturan bileşenleri yok etmemesi için bir dönemi kayda geçirmeye ve tarihe not bırakmaya çalıştım “   

Söyleşi: Nilgün Çelik

Ali Günay’la son eseri Cennetten Kovulmadan Önce ANTAKYA üzerine konuştuk.

Öncelikle kitabınızın yolu açık olsun, çok kişiye ulaşsın. Bir tarih bir kültür unutulmasın istercesine samimiyetle yazılmış bir kitap.Bu önemli eserle tarihi bir not düştünüz ve bununla da kalmayıp eserin gelirini Hataylı depremzedelere bağışladınız. Buna nasıl karar verdiniz, kitabın yazma süreci nasıldı, depremle neler değişti ruhunuzda?

Öncelikle teşekkür ederim.

Her insan için, köyünde, kasabasında veya içinde doğup büyüdüğü ve memleketim dediği kent çocukluğu gibi onun için özeldir. Ancak zamanla ülkemdeki ve başka ülkelerdeki birçok kenti tanıdıkça memleketim Antakya’nın birçok yönden Dünyanın ayrık, özgün ve özel kentlerinden biri olduğunu anladım. Köklü tarihinin, varsıl kültürünün, binlerce yılda oluşmuş özgün ruhunun bilincine vardım. Upuzun bir süreçte ortak kültürüyle yoğrulmuş, özgün ruhunun parçası olmuş insanının engin gönüllülüğünü, paylaşımcı ve dayanışmacı özelliğini, barışçıllığı ve bağışlayıcılığını, konuk ve yardımseverliğini, iyicilliğini, bağışlayıcılığını, sevecenliğini… gördüm, yaşadım, içselleştirdim ve Antakyalı oldum. Diyebilirim ki orada doğulmasa da bu özelliklerle Antakyalı olunur ve yaşanır.

Depremin ve onun kadar etkili olabilecek zamanın Antakya Ruhunu ve onu oluşturan bileşenleri yok etmemesi için bir dönemi kayda geçirmeye ve tarihe not bırakmaya çalıştım.    

Her yazar gibi ben de kitabımın çok kişiye ulaşmasını isterim. Bunun yanında kentime borcumun küçük de olsa bir bölümünü ödemeyi amaçladım. Depremzedelere yardım amaçlı çalışmalara katkının olabildiğince çok olması ile kitabın çok okura ulaşması isteği birbiriyle örtüşüyor. Bu nedenle kitabın büyük bölümünün satışı, Hataylı depremzedelere yardım çalışmaları yapan vakıf, dernek ve benzer kuruluşlar eliyle yapılacak ve bağış onlar tarafından yardım için kullanılacaktır.

Anılarımın parçalarına daha önce yayımlanan kitaplarımdaki öykülerde sıkça rastlanılabilir. Anılarımın bu ilk kitabını yazmaya başlayalı yıllar olmuştu ve doğrusu deprem olduğunda basıma hazırdı. Deprem beni derinden sarstı, her şey gibi kitabı da etkiledi, eklemelerden çok çıkarmalar yaparak yeniden düzenledim. Son düzenlemede yaraları kaşımamak amacıyla deprem ve sonrasına pek değinmemeye özen gösterdim; her okunduğunda acıların tazelenmemesi için.

Bizi eski Antakya’da kamera gözüyle dolaşıyorsunuz. Görmesek de o anı, o coğrafyayı yaşıyoruz. Tarihi sokaklarına, çarşılarına, parklarına tanıklık ediyoruz. Asi Nehri’nin nasıl bilinçsizce talan edildiğinden, Amik Ovası’nın kurutulması gerçeğine, göçmen kuşların buradan nasıl vazgeçtiğine dair birçok gerçeği anlatıyorsunuz. Bu talan ruhunu yazarken iliklerinize kadar yaşadığınızı hissediyorum. Bu olanı hangi duyguyla ifade edersiniz? Korku mu öfke mi, üzüntü mü? Hangi duyguyu daha çok öne çıkıyor?

Tüm kentlerin öne çıkan, gezilecek, görülecek, tarihsel, doğal, ünlü yerleri, kendine özgü oyunları, giyimleri, ürünleri, yemekleri vardır. Tarihi çok eski olanlarda bunların daha çok olması doğaldır. Her durumda gezip görenler kısa sürede bunları tanır, ilgili bilgiler edinebilir. Vitrin gerisinde kalan kent halkının yaşam tarzını oluşturan ayrıntılar göze çarpmayabilir, dikkat çekmeyebilir. Bunlar “görülecek değil yaşanacak” şeylerdir. Elden geldiğince bunları da yansıtmaya çaba gösterdim. Duyumsatabildiysem ne mutlu…

Çıkar amaçlı olarak insanın doğaya, yeraltı ve yerüstü güzelliklere veregeldiği ve giderek artan zararlar dünya çapındadır. Özelde Antakya, genelde Hatay bunlardan payını fazlasıyla almıştır, almaktadır. Bunlara karşı duygum ortak ve aynıdır; öfke, üzüntü ve korku değil ama geleceğe dönük kaygı…

Antakya’yı “Küçük Anadolu” olarak niteliyorsunuz. Küçük Anadolu, şu anda yasta mı ne durumda?

Küçüğüyle, büyüğüyle Anadolu yasta. Ama “ateş düştüğü yeri yakar” deyişindeki gibi, Anadolu kentlerinin yedide biri olan 12 kent değişik ölçülerde ağır yaralı, yasta ve yaralarını sarmaya, ayağa kalkmaya çalışıyor ve kuşkusuz ülkemizin tüm kentlerinin maddi, manevi desteğine, dayanışmasına, katkı ve ilgilerine gereksinimi var.

Eserinizde çadır tiyatrosunu / gösterisini anlattığınız bir bölüm var. Bu gelenekler şu anda kalmadı. Onun yerini alan etkinlikler bu tadı, bu ruhu verdi mi? Yaşatmak uğruna neler yapılabilir?

“Değişmeyen tek şey değişimdir” ve bunu söyleyen de anlamlandıran da insandır. Diyesim, insan ve yaşam sürekli değişim geçirenlerin ve değiştirenlerin başında gelir. Bunun sonucunda geçmişte yaşanan bazı şeylerin nostaljik tadı kalır ama bunları diriltmek, yaşatmak olası değildir. Günümüzde bunların yerini başka tür eğlenceler almıştır. Pavyon gösterileri, “Dilber dansı”, striptiz, direk dansı, kadınlar gibi erkek oryantal dansları anlattığım çadır tiyatrosundan izler taşımaktadır. Her dönemin eğlenceleri, öncekileri bilmeyenler için eksiksiz tat verebilir; eskileri yaşayanlar geçmişle birlikte onları arar, hüzünlenir de…

Eserinizde dile uzun bir yer veriyorsunuz. Çok çeşitli Antakya dili. Türkçe elbette baskın ama Arapça da ağırlıkta. Dillerin birbirine karıştığını evirildiğini söylüyorsunuz. Dil konusunda hassas olduğum için sormak isterim. Bu doğal oluşum sizce Türkçenin zenginliği mi oldu yoksa dilimizin yozlaşmasına mı sebep oldu?

Dil ve edebiyat konusunda yıllardır sürmekte olan çalışmalarım ve kitaplaştırmayı düşündüğüm birikmekte olan yazılarım var. Bunlardan derlediğim, olabildiğince kısa değinilerle yanıtlayacağım. Darwin’in “ihtiyaç organ yaratır” tezindeki gibi dili de iletişim gereksinimi yaratmıştır. İşaretten sese, sesten söze evrilerek ve gelişerek günümüz gelmiştir. Bu bağlamda ilk sözcüklerden başlayarak tüm diller rastlantısal ve uydurma sayılabilir ve değişim süreci içindedir. Bu süreçte dillerin ölenleri, zayıflayanları olduğu gibi gelişen, güçlenen ve yayılanları da olmuştur. İletişimi sağladığı sürece hiçbir dile zayıf denemez. Her dilin kendine özgü daha güçlü ve daha zayıf olduğu yönlerden söz edilebilir. Tüm diller başkalarıyla ilişki ölçüsünde geçişkendir. Sözcük ödünç alma/verme olağandır. “Yabancı sözcükler anadil bahçesinin gübresidir; hem besler hem de kirletir; ölçüsü kaçtığında bahçeyi yakar.” (Söz Uçar kitabımdan) Bu çerçevede dilde var olan sözcüğün yabancısını kullanmak dile ihanettir. Yazınla uğraşanların sözlükte uyuyan sözcükleri uyandırması, yeni sözcükler (t)üretip kullanması ve dilin gelişimine katkı sunması önemli görevlerindendir. Anadilin alt katmanlar sayılabilecek çeşitli şive, lehçe, ağız ve yörelere özgü yerel sözcük, isim ve deyişler anadilin varsıllaşmasına katkı sağlar. Yazınsal olmayan “dil bozumu” ve başka dillere imrenme, öykünme ve yabancı sözcük kullanmayı üstünlük, ayrıcalık görme hastalığıdır. Bu ikincisini Hiçbiri Hikâye Değil kitabımdaki “Sakarga” adlı ironik öyküde anlatmayı amaçlamıştım.

Siz Hatay’a bağlı Antakya’yı ayrı bir yere koyuyorsunuz. Antakya’nın bir ruhu olduğunun altını çiziyorsunuz. Hatay’ın bütününün Antakya’nın ruhunu yansıtmadığının altını çiziyorsunuz. Bunu biraz açıklar mısınız, neden bu düşüncedesiniz?

Öncelikle Hatay ve Antakya’nın aynı yerin adları sanılmasına şaşıp kızıyorum. Hatay, Antakya, İskenderun dahil 14 ilçeden oluşan ilin adıdır, Antakya merkez ilçedir. İskenderun ve Antakya M. Ö. 4. Yüzyılın sonlarına doğru Büyük İskender’in komutanlarınca kurulmuşlar, bazı dönemler aynı, bazı dönemler ayrı ülkelerin kentleri olmuşlar, yakınlığa karşın olasılıkla aralarında çok sıkı ilişkiler kurulmamış. Osmanlı döneminde Antakya Halep Sancağına bağlı iken İskenderun ayrı bir sancaktır. İkisinin diğer ilçelerle birlikte Hatay adıyla il olmaları Türkiye’ye katılımdan sonradır. Kitapta belirttiğim gibi, bu tarihsel nedenler, göçler ve nüfus kaydırmalarıyla sosyal yapının sürekli değişmesi sonucu ortak ve özgün bir “Hatay Ruhu” henüz oluşmamış, belki de geçen seksen beş yıllık süre bunun için yeterli gelmemiştir.   

Benim de edebi olarak ilgi alanıma giren türbeler evliyalar, Antakya’nın sembolü. Depremden sonra bu türbelerin akıbetini merak ediyorum neler oldu?

Depremden birkaç yıl önce önemli Hızır makamları ve büyük ziyaretler gönüllü kişilerce yenilenmişti. Yeterli bilgi edinemedim ama bunların depremden etkilenmediğini, kulübe içinde ve açıkta olanların yıkıldığını sanıyorum.

Zaman Tüneli başlıklı bölümünüz, o günleri özlediğinizi ve unutulmaması gereken anlar, gelenekler olduğu için yazdığınızı hissettiriyor bana. Bayramlar, tatlılar, düğünler, inançlar, oyunlar…O günler bugün sizi yarattı. Şimdiki Hataylı çocuklarla sizin çocukluğunuz farklılıklar gösteriyordur elbette. Eksilmemesi gereken nedir, duygu mu, davranış mı yaşam mı?

Eksilmemesi gerekenlerin başında önce insanlar arasında karşılıklı saygı sonra sevgi gelir bence. Bunların yanında barış, yardımlaşma, dayanışma, hoşgörü, anlayış, iyilik severlik… gibi unsurlar da pekiştiricidir. Sürdürebilirlik bağlamında çocukların birbirini tanıma, bir arada olma, oyun oynama, konuşma, gülme, ağlama, kaynaşma, hatta kavga etme, küsme, barışma olanaklarının yaratılması can alıcı önemdedir. Kopukluk ve yabancılaşma gelecekte ilişkilere olumsuz yansır. Duygu ve davranışlar birbirini, ikisi yaşamı etkiler.

Antakya gastronomi alanında son derece zengin. Hatay’ın tamamı için bunu söyleyebilir miyiz? Oradaki lezzetlerin yaşatılması için herhangi bir destek alınıyor mu?

Evet, Antakya bu yanıyla uluslararası ölçekte tanınmış durumda. Bence bu zenginlik, Antakya’nın da içinde bulunduğu ülkemiz içinde ve dışında geniş bir alanı kapsayan bölgeye özgüdür. İçeride Hatay, Adana, G. Antep, Urfa, Mardin, Diyarbakır’ı kapsayan; dışarıda Suriye, Filistin, Lübnan hatta Ürdün’e uzanan bir bölge bu. Aynı olan, büyük veya küçük benzerlikler taşıyan çok çeşitli yemeklerle varsıllaşan bir gastronomi. Halk ürünü bu lezzetlerin yaşatılması konusunda, künefenin tescil edilmesi dışında devletin herhangi bir destek verdiğine ilişkin bende bilgi yok. “Hatay Günleri” adıyla ürünlerin tanıtımı ve pazarlanması konusunda başka illerin yönetimlerinin en azından kolaylaştırıcılık anlamında katkıları olduğunu sanıyorum.

Kitabınızda Depremden Önceden Depremden Sonraya adlı bir bölüm var. Mensur şiir türünde yazılmış bu yazılar. Elbette hepimizi derinden sarsan 6 Şubat depremine yazılmış. Bizi derinden etkileyen ve ailesini, akrabalarını kaybetmiş sizin gibi binlerce insan var. Bu gerçekten yaşadığımız büyük bir acı. Siz Zümrüdü Anka’yı kapak yaparak, belki de bir işaret verdiniz, bu kutsal topraklar eski özünü yeniden diriltir mi, ne düşünüyorsunuz?

Büyüklü, küçüklü çok sayıda depreme, kent nüfusunun çoğunluğunun yitirildiği birkaçına tanıklık eden tarihi, Antakya’nın küllerinden değilse de enkazından yeniden doğan bir “Simurg”, bir Zümrüdü Anka olduğunu söylüyor. Bunu kapak yapmam hem bu tarihsel gerçekliğe hem de Antakya’nın yeniden dirilip ayağa kalkacağına olan inancımın yanı sıra bu yöndeki umut ve dileklerime dayanıyor. Eski özüyle tarihsel yürüyüşünü sürdürmesi, yeni yapılarla yeniden kurulmasına değil, binlerce yılda oluşan “Antakya Ruhu”nu korumasına bağlıdır.  Bu ruhun bengi (ölümsüz) olduğuna olan inancımı kitapta ve sonundaki ağıt-destanda da dile getirdim. 

edebiyathaber.net (8 Nisan 2025)

Yorum yapın