Şair ve yazar Ali Özgür Özkarcı’nın “uzun öykü” niteliğindeki kitabı “Kopukluklar”, İthaki çatısı altında okurla buluştu. Özkarcı, eserinde, kurguladığı tüm hikâyeyi Sinan karakteri üzerinden, onun kafasının içinden aktarıyor bize…
“Kopukluklar”, Sinan’ın öyküsü. “Karanlığına bağdaş kurmuş, rüzgârı kalabalık, güneşi sırtından hiç düşmeyen” Sinan’ın. Biz değil, o tanımlıyor kendini böyle. Ne olduğunun ve ne olmadığının farkında bir adam Sinan. “Biraz da düşünmek istemediklerimden ibarettim” diyor kendini anlattığı satırların sonunda. İşte “Kopukluklar” da tam olarak Sinan’ın düşündüklerinden, aklından geçenlerden ibaret bir “uzun öykü”. 69 sayfa boyunca onun düşüncelerine konuk oluyor, iç sesini dinliyor, korkularını hissediyor, pişmanlıklarını yaşıyorsunuz.
Ali Özgür Özkarcı, “Kopukluklar”da metnin tamamını Sinan karakteri üzerinden, onun kafasının içinden aktarıyor bize. Sinan’ın kimi zaman dağınık, kimi zaman öfke, kimi zaman pişmanlık içeren iç dünyasına misafir olduğunuzda, dışarıda akıp giden hayatı da onun bakış açısından görüyor, düşünce ve hislerini âdeta oymuşçasına yaşıyorsunuz. “Kopukluklar” bu yönüyle “bilinç akışı” tekniğine de örnek gösterilebilecek bir eser.
OLAY ÖRGÜSÜ DEĞİL DÜŞÜNCELER ÖN PLANDA
Bilinç akışı, günümüz edebiyatı için “vazgeçilmez” diye nitelendirilebilecek tekniklerden biri. “Karakterin sesli düşünmesi” olarak da özetleyebileceğimiz bu teknikle ele alınan eserlerde odak noktası olay örgüsü değil, karakterin bu olaylar karşısında yaşadığı hisler, zihninden geçirdiği düşünceler.
Yazarın, Sinan’ın eski karısı Zuhal’le Taksim dolmuşunda karşılaşmasını anlattığı bölümden bir örnek:
“Her şey tamam olmasına tamamdı da, sahi kimlere selam söyleyecektin be Sinan! Kız kardeşine mi? Saçmalama şimdi. Evlenmiş galiba, mutluluklar dilerim, Allah bir yastıkta kocatsın! Feysbukta arkadaşlıktan çıkardığım kayınpederime de selam o halde, çok üzgünüm, hürmet ederim. Bravo sana oldu mu şimdi! Hâlâ aynı evdeysen şayet sevgili eski eşim, fazla ekmek yemekten karnı şiş Sivaslı kapıcımıza da selam söyle lütfen, o eksik kalmasın. Bitmez, hiç biter mi, oturamadığımız lokantalara gidemediğimiz sayfiye yerlerine de selam. Yaşananlar, yaşanmayanların da toplamıdır ne de olsa. Bak bu hiç fena değil! Ama yetmez sanırım. Ayrıca maaştan arta kalan parayla dükkânına her girdiğimde, şu viski ne kadar, şu votka ne kadar diye sorarken, aklı sıra beni sözde hırpalayıp daha pahalısını satmak için, sen ne içeceğini bilmiyorsun diyen, kendini beğenmiş, aksi mi aksi, saçlarını her gün briyantin sürüp geriye tarayan ukala tekelciye de selam o halde. Kızı zannettiğimiz kadın meğer nikâhlısıymış. Bak şimdi iyi ki hatırladım, kendini eski tekstilci diye tanıtan, fabrikanın lojistik bölümünden neden kovulduğunu bir türlü öğrenemediğimiz, kendine sorduğumuzda istifa ettiğini ısrarla vurgulayan, ancak her fırsatta seni güldürmek için türlü şaklabanlıklar yapan, ayrıldıktan sonra senden haber almak için her ağzını yokladığımda, yarım ağızla seninle görüşmediğini imâ eden eski iş arkadaşım tekinsiz Haluk’a da selam (umarım görüşmüyorsundur onunla). Yine saçmaladın. Aferin. Söylenecek şey mi bu şimdi!”
KURGU DÜNYAYI GERÇEKÇİ KILIYOR
20’nci yüzyılda doğan bilinç akışı tekniği, modern edebiyatın öncü yazarları tarafından sıkça kullanılmış. Yerli edebiyatta en başarılı örnekleri; Oğuz Atay’ın “Tutunamayanlar”ı, Yusuf Atılgan’ın “Anayurt Oteli”, Adalet Ağaoğlu’nun “Bir Düğün Gecesi” olarak gösteriliyor.
Karakterin iç dünyasını yansıtmak, kurgulanan dünyayı daha gerçekçi kılıyor, okurun karakterle bağ kurmasını sağlıyor şüphesiz. Ancak yoğun ve detaylı anlatımın bazı handikapları da var; metnin, bu teknikle ilk kez tanışanlar için zaman zaman yorucu olabilmesi gibi. Sinan’ın Nişantaşı’ndaki bir kafede oturmuş etrafı seyrederken başına üşüşen düşünceler örneğin:
“Sipariş verdiğim börek, milföy hamuruyla değil, mayalanmamış hamurla açılmıştı, garsona göre kilo aldırmayan börekler böyle yapılırdı. Pahalı olmanın bir kılıfı olmalıydı elbette. Sigara altı meselesini çözdükten sonra, kafenin yanındaki tekelden aldığım sigarayla dayandım kahveye boyuna. Ama yine de ara sıra kendime düşüyor, kendimden çıkıyorum, insanın kendine her gün mahkeme kurması ne kadar yorucu. Hâlbuki ben Sinan’ı en çok kendinden çıkarken seviyorum. Tam bu sırada çekik gözlü, Kırgız olması muhtemel bir göçmen geçti kafenin önünden. İki eliyle güç bela kavradığı çeşit çeşit renk renk tasmalarla köpekleri zapt etmeye çalışıyor. Eskiden gayet aşina dururdu bu manzara. Aylık köpek başına bin liraydı bir zamanlar. Şimdi kim bilir ne kadar? Her halükârda adam, en az aylık beş bin lirayla yürüyor, diye düşünmeden edemedim. Bastonuna zar zor tutunan, bir gözü inmiş, broş takmış, şık giyimli yaşlı bir kadın, kafenin sokağa bakan tarafında boş bir masa ayarlaması için garsona kaş göz ediyor. Sinyali alan garson, yaşlı kadına, onu tanıdığı her halinden belli olan hareketlerle karşılık veriyor. Garson yaşlı kadını istediği yere oturtur oturtmaz, ona hâl hatır sormayı da ihmal etmeyecek. Porsche Cayenne marka bir cip korna çalınca kafedekiler tepki gösterdi az önce. Bu arada yolun tam kesişim noktasında duran simitçi, Tokatlı, tanıdık. Ayağına çorap geçirmiş ama terlikli. Kafasında bir şapka, altında kumaş pantolon, gömlek üstüne v yaka süveter geçirmiş, üstünde siyah bir yağmurluk var.”
“Kopukluklar”, taşıdığı ismin hakkını verircesine birbirinden kopuk bölümlerden oluşuyor. Ancak yine de; boşanmış, işinden kovulmuş, roman taslağını kaybetmiş, sıfırı tüketmiş bir adam olan Sinan’ın hayattan aldığı darbeleri nasıl karşıladığına tanık olurken, tüm o kopukluklara rağmen siz elinizdeki kitaptan kopamıyorsunuz. Bunun nedeni de Ali Özgür Özkarcı’nın yarattığı karakterin gerçekçiliği. Sözünü ettiğim gerçekçilikte “bilinç akışı” kadar, karakterin yaratıcısından izler taşıyor olmasının da payı var diye düşünüyorum…
edebiyathaber.net (10 Ocak 2023)