Söyleşi: Serkan Parlak
Alkım Doğan ile Ayrıkotu Kitap etiketiyle okurla buluşan ilk öykü kitabı “dünya sakin bir yermiş gibi” hakkında konuştuk.
Alkım Hanım ilk öykü kitabınız “dünya sakin bir yermiş gibi” geçtiğimiz günlerde okurla buluştu. Sizi bu öykülerinizle tanıyacak okurları düşünecek olursak, edebiyatla ve özelinde öyküyle ilişkiniz nasıl başladı, nasıl gelişti ve bugünlere nasıl geldiniz?
Edebiyatla ilişkim okur olarak çocukluk yıllarında başladı. Arkadaş Yayınları’nın kitaplarını, Altın Kitaplar çocuk klasiklerini okuyarak büyüdüm ve hayatım boyunca da okurluğu hiç terk etmedim. Yazı lise yıllarında hayatıma girdi. Yazdıklarımı başkalarıyla paylaşma cesaretini bulmam için ise aradan epey zaman geçmesi gerekti. Bu arada edebiyatın farklı yollarına saptım, kitap çevirileri yaptım. Bir yazarın izini sürmek, dil üzerine düşünmek beni her zaman büyüledi. Çevirmenliği bu anlamda hala çok seviyorum, oradaki emeğe saygım büyük. Daha sonra Nezleli Karga ve Haritada Bir Nokta isimli bloglarda edebiyat, kültür-sanat ve seyahat yazılarımı paylaştım. Atlas dergisi için coğrafya ve kültür yazıları yazdım, (hala da yazıyorum). Bu uzun süreçte öyküler de demlendi ve ortaya Dünya Sakin Bir Yermiş Gibi çıktı. Kimi öykülerim çok uzun zaman önce yazıldı. Ben yazılmış bir öyküyü rahat bırakan biri değilim, yıllar içinde benimle birlikte öyküler de evriliyor, son noktayı koymam epey zaman alabiliyor.
Her ne kadar okuma ve yazma deneyimleri, işçilik ve gözlem gücü önemli olsa da ilk öykü kitabınızda ilham kaynaklarınız neler oldu? Gözlemleriniz, deneyimleriniz, okumalarınız, araştırmalarınız metninize nasıl yansıdı?
Aslında yazan insan için hemen her şey ilham verici olabiliyor. Yazı sürecinde kaldırımları, sokakları, tüm dünyayı bir metin gibi görmeye başlıyorsunuz. Dünyaya merak duyan, alıcılarını açık tutmaya çalışan biriyim. Sinemadan da resimden de mimariden de ilham alıyorum. Şiirden, gündelik hayatın sürprizlerinden, bir yolculuktan, yeni tanışıklıklardan ilham aldığım gibi… Ve elbette doğanın kendisi taptaze bir esin kaynağı. Bize rağmen yeryüzünde yaşamaya çalışan bütün ağaçlar, hayvanlar, isimsiz çiçekler…Dünyayı sakin bir yere çeviriveren yeryüzü köşeleri…Hepsi ilham verdi.
Öykülerinizin merkez izlekleri: birey-toplum çatışması, kadınlık durumları, kişisel ilişkiler, yabancılaşma, sevgisizlik, yaşama sevinci… Elinizdeki malzemeyi kurgu için yeniden üretip dönüştürürken nasıl bir süreç işliyor? Özellikle öykü türünü seçmenizin nedeni nedir?
Her öykünün kendine has, neredeyse gizemli bir yolculuğu oluyor. Ben elimden geldiğince o yolculuğun hakkını vermek isterim, o yüzden çok da acele etmem. Yıllar önce bir yazı atölyesinde hocamız “dünyanın sizden böyle bir talebi yok, farkındasınız değil mi” demişti. Bunu aklımda tutuyorum. Yazmak kendi talebim ve telaş içinde koşturduğumuz bu dünyada bu ihtiyacımı kendi meşrebimce görmek, kendi ritmime sadık kalmak bana iyi geliyor. Bu süreçte bir ekmek mayası besler gibi besliyorsunuz malzemenizi, fikrinizi. Bazen o çekirdek fikri terk etmeniz gerekiyor. Yazmanın zevkli yanı da bu bence: sürprizlere açık olması…Bazen tesadüfen duyduğunuz bir söz içinize işliyor, günlerce, aylarca zihninizde dolaşıyor ve zaman içinde yerleşeceği yeri buluyor.
Zihnim öykü kurmaya daha yatkın sanırım. Küçükken kısıtlı imkanların sonucunda tasarrufu bir oyuna dönüştürmeyi ve bundan mutlu olmayı öğrenmişim. Şimdi öykü yazarken ekonomik davranma halini belki de çocukluktan kalma bir alışkanlıkla yine bir oyun gibi gördüğümü fark ediyorum. Bunun yanı sıra anlar, incelikler, detaylar, suskunluklar üzerine düşünmeyi; öykünün karanlıkta kalan kısmını, okurun da bir biçimde oyuna dahil olmasını seviyorum.
Alkım Hanım, sizce romanda, öyküde, şiirde döneme göre bazı konular, izlekler ön plana çıkıyor mu, son dönemde ilişkiler, geçmişe dair travmaları görünür kılma, kadınlık ve erkeklik durumları, aile ve yabancılaşma mesela?
Fazlasıyla konuşkan birinci tekil şahısların olduğu anlatılara çok rastlıyorum. Hepimizi derinden etkileyen toplumsal travmalardan ziyade bireysel travmalarımız ele alınıyor. Genel bir eğilim olarak iç dökmelerin, sayıklamaların artması, “ben” dışındaki ötekilere ve etrafa duyulan ilginin azalması yabancılaşmanın, yalnızlaşmanın yoğunlaştığı, daha atomize olmuş, bireysel saadetin yüceltildiği bir toplumu akla getiriyor. Kadınlık ve erkeklik halleri üzerine epey yazılıp çiziliyor, kadınların sesini daha fazla duyuyoruz, bu mutluluk verici. Buradaki tuzak sanırım meseleyi can alıcı bir yerinden kavramayıp hakikatten uzaklaşmak, çokça gidilmiş, genelgeçer yollara sapmak.
Bir de maceranın genel olarak kayboluşunu gözlemliyorum. Çevrimiçi yaşama halimizin, ekran karşısındaki bedensiz deneyimlerimizin bunda etkisi nedir bilmiyorum ama sanırım daha ziyade konforu bir değer olarak sunan, anaakımı mutlaklaştıran bir sistemin içinde yaşamamızla ilgili. Elbette bunlar naçizane gözlemlerim.
Dünya ve Türkiye özelinde salgın, iklim krizi, savaşlar, göçler ve temel eşitsizlikler üzerinden düşündüğümüzde bu zorlu günleri yazı aracılığıyla daha az hasarla atlatabilmemiz mümkün mü sizce?
Sık sık tekrarladığım bir sözü var Van Gogh’un: “Gerçek güç çok fazla şeyi sevmede gizlidir.” Sevdiğimiz şeyler, inatçı neşemiz bizim için her zaman bir güç kaynağı. Yazılardan da güç aldığımız kesin. Fakat bu gözü dönmüş, hoyrat, eşitsizliklerin günbegün keskinleşerek arttığı düzende daha fazlasına ihtiyacımız var. Bu kadar atomize olmuş bir toplumda bu felaketleri daha az hasarla atlatmanın yolu toplumsal çıkarlarımızın örtüştüğünü fark etmekten, başkasının acısına duyarsız kalmamaktan, dayanışmadan, birlik olmaktan geçiyor. Edebiyatın belki de en güzel yanı bir canlının acısını anlatabilmesi, bu acıyı anlamamıza olanak tanıması.
Öykü türünde başucu yazarlarınız kimler, başucu kitaplarınız hangileri?
Ben bu soruyu sakıncası yoksa genel yanıtlamak isterim. Bazı yazarlar var ki onları okumak biraz zamanın ötesine geçmek gibi. Walter Benjamin’in yazdığı her şeyi büyük bir iştahla tekrar tekrar okuyorum. Onun penceresinden dünyaya bakmak çok zenginleştirici bir deneyim. Leopardi’nin, Edip Cansever’in şiirlerini, Nietzsche’nin metinlerini, Rus klasiklerini ara ara ziyaret ediyorum. Yaşar Kemal’in ve Van Gogh’un doğa anlatıları, Jean Rhys’ın, Truman Capote’nin, Elena Ferrante’nin gerçeğin gözünün içine doğrudan bakıp otosansürü aşma cesaretleri, Virginia Woolf’un, Katherine Mansfield’ın şiirsel dili, John Berger’in ve Sait Faik’in insancıllığı, toplumun geneline yayılmış horgörüden alabildiğine azade olmaları, sıradanın içindeki güzellikleri gören gözleri bana ilham veriyor. Carson McCullers, Antonio Tabucchi, Sevgi Soysal, Jale Sancak, Feyyaz Kayacan…Bu liste bitmez.
Alkım Hanım, son günlerde neler okudunuz? Önümüzdeki dönem için yeni üretimleriniz olacak mı?
Son günlerde Cees Noteboom’un Gezginin Oteli ve John Berger’ın Portreler’ini okuyorum. Bir de ara ara Rebecca Solnit’in Yakındaki Uzak kitabına göz atıyorum. Önümüzdeki dönemlerde Atlas’ta yazılar yazmaya devam edeceğim. Denemelerimi ve seyahat yazılarımı birer kitapta toparlamak gibi bir dileğim de var.
edebiyathaber.net (17 Ekim 2023)
“Alkım Doğan: “Her öykünün kendine has, neredeyse gizemli bir yolculuğu oluyor.”” üzerine bir yorum