Allah’ım sen kapılarından boş çevirme Mercan kulunu! | Sibel Gögen

Nisan 3, 2017

Allah’ım sen kapılarından boş çevirme Mercan kulunu! | Sibel Gögen

sibel gögenHiç sevdiğiniz bir yazarın yeni çıkacak kitabını dört gözle bekleyip iple çektiğiniz oldu mu? Çıkar çıkmaz kitabı ilk önce alıp okuyanlardan biri olabilmek için kitapçı kapısında dikilip sabırsızca dükkânın açılacağı saati beklediniz mi? Ah! Ne güzel bir heyecan ve mutluluktur.

Seray Şahiner son yıllarda bana bu mutluluğu yaşatan yazarlardan biri. Ankara’nın buz gibi bir Mart sabahında, ağzımdan buharlar çıkara çıkara ellerimi hohlayıp kitapçının açılmasını bekliyordum. Evet, erken gelmiştim, daha on beş dakika vardı kitapçının açılmasına ve ben henüz Mercan’ı tanımıyordum.

Seray Şahiner görülmeden yaşayan, gazetelerin üçüncü sayfa haberlerinde öylesine bir göz atıp geçiverdiğimiz kadınları anlatıyor öykü ve romanlarında; Leylaların, Sibellerin, Fidanların, Mercanların, kimsiz kimsesiz, silik, görülmeyen, duyulmayan, umursanmayan kadınların hayatlarını. Mizahi dili kimi zaman kahkahalarla güldürüyor kimi zaman da overlok makinesinin keskin bıçağı gibi kesip atıyor.

Seray Şahiner ile ilk karşılaşmam Gelin Başı (2007) adlı öykü kitabıyla oldu. Mizah dolu, genç, dik başlı, tabuları yerle bir eden dili aklımı başımdan almıştı. Hulki Aktunç kitabın önsözünde “Seray Şahiner’in çıkışı, bir ustanın çıkışı. Bana Leyla Erbil’i anımsatıyor… “Hallaç”… İki sözcükle “isyan grameri” dedim… İçiyle dışıyla isyan. Seray, yolun açık olsun!” diyordu.

Gelin Başı’ndaki öyküler İstanbul Şehir Tiyatroları ve Tiyatro Boyalı Kuş tarafından sahnelendi. Ardından Can Yayınları tarafından Hanımların Dikkatine (2011), Antabus (2014) ve Reklamı Atla (2016) adlı kitapları yayımlandı. Tiyatro oyunu haline getirilen Antabus romanı ile 2016 Afife Jale Tiyatro Ödülleri’nde Cevat Fehmi Başkut Özel Ödülü’nü aldı. Kitaplarını okumak, oyunlarını izlemek için can attığım yazarlardan biri oldu kısa zamanda.

Mart 2017’de Can Yayınları’ndan çıkan son romanı “Kul” yine bir insanlık (belki de ülkemizdeki kadınlık halleri demeliyim) hikâyesi. Hepimizin her gün görüp de görmezden geldiğimiz bir kadın ve bambaşka bir İstanbul ile tanıştırıyor bizleri Seray Şahiner: Mercan ve Mercan’ın İstanbul’u. Üstelik yine o ince mizahı, su gibi akan kıvrak dili ve yaratıcı kurgusuyla.

Mercan’a dönecek olursak…

Hayatını apartman merdivenleri temizleyerek kazanan Mercan, hayat denilen merdivenin de en alt basamaklarında yaşıyor. Kul eliyle yaratılmış yapay sınıflardan çokça çekmiş, çekiyor. Aslında fazla bir beklentisi yok hayattan; Evi terk eden kocası ah bir geri dönse, sahip olamadığı bir oğlu olsa da adını Haydar koyabilse keşke. Bodrum katında yaşıyor, penceresinden insanların ancak ayaklarını görebiliyor. Kocasının ayakkabılarının yolunu gözlüyor pencerede günlerce. İkinci üçüncü katta oturan, bakkala sepet sallayabilen kadınlara imreniyor Mercan. Ah keşke o da apartmandaki diğer kadınlar gibi “Bakkaaaal, iki ekmek, beş yumurta” diye seslenebilse…

Öz Japon Pazarı’ndan alışveriş yapıyor Mercan. Her şeyin en ucuzu, en “bu kadarı nenize yetmiyor”u orada satılıyor. “Mısırı koçanıyla, karpuzu kabuğuyla yiyip de gıkını çıkarmayanların”, Mercanların mekânı orası çünkü.

Evde bir nefes özleyen Mercan mecburen televizyonla “oturmuş bir ilişki” kuruyor. “Televizyonla kafa kafaya verdi miydi, yapamayacağı şey yok Mercan’ın. Televizyon onun yaşam koçu, stil danışmanı ve aile hekimi” artık. Televizyon kumandasıyla bir yastığa baş koymuş, kumandası yastığın üzerinde uyuyor. Televizyon adeta helali.

kul_kapakGelin görün ki bu kadarı bile çok görülüyor Kul Mercan’a. Bir kocası olsa, bir çocuğu olsa Mercan da şu “görünür” kadınlardan biri olabilecek belki. İşte bu yüzden merdiven silerek kazandığı üç beş kuruşla İstanbul sokaklarında o yatır senin bu türbe benim dolaşıyor. Sümbül Efendi Camii, Çifte Sultanlar Türbesi, Erikli Baba Cemevi, Telli Baba, Eyüp Sultan Camii, Yuşa Baba Hazretleri… Oralardan umudunu kesince de falcılardan medet umuyor. Samatya sokaklarında okuyucuyla beraber geziyor Mercan, bir türlü sahip olamadığı oğlu Haydar için adaklar adıyor, mumlar yakıyor. Ama Allah’a inancı tam Mercan’ın, sığınacağı bir tek O var.

“Doğurmamış kadınlar için de evlat acısı diye bir şey vardı. Anne olmayanlar için de evlat hasreti diye bir şey, vardı. Çocuğuna dair anılarını değil hayallerini hatırlamaktan acı çekiyordu Mercan.”

Roman boyunca merdivenlerden bir indirip bir çıkarıyor bizi Mercan. Sonra elimizden tutup İstanbul’un türbelerinde, cem evlerinde, kiliselerinde, falcılarında, vapurlarında gezdiriyor. Hani neredeyse Mercan’ın Haydar isminde bir oğlu olsun diye okuyucunun bile dualar edesi, adaklar adayası geliyor. Mercan merdivenleri silmek için kovayla su aldığı apartman dairelerinin yarı aralık kapı aralarından, kapı önlerine konulmuş ıvır zıvır eşyalardan başkalarının hayatlarına pencere açarken, kendi hayatını onlarınkiyle kıyaslıyor. Umudunu yitirse de haline şükrediyor, beterin beteri hallerle mizahla başa çıkıyor. “Diyet planının suya düşmesiyle, kendine vakit ayırmak için bir yolu daha kapanmış, tadı tuzu kaçmıştı. Mercan, üç beyazdan uzaktı: şeker, tuz, erkek!”

İyi de Mercan gibi kadınlar “görünür” olmak isteseler de el âlem onları “görmek” istiyor mu bakalım?

Olur da haftaya; hastalansa, keşke arada onun yükünü alacak bir de arkadaşı olsa, Mercan’ın yerine o gelse yer silmeye, apartman sakinlerinin yeni kadına “Aa geçen hafta başkası vardı, sen de kimsin?” demeyeceği kadar fark edilmez olmalı Mercan. Başına bağladığı tülbenti, basma bol eteği, hatlarını belli etmeyen tişörtü ve kırmızı eldivenleri var mı? Tamam, apartman silen kadın o.

Anlatıcı bakış açıları, kurgu ve metin yapısıyla da dikkat çekiyor Kul. Üçüncü kişi (Tanrı), Mercan (Kul) ve dışarıdakilerin (El âlem ve apartman sakinleri) bakış açıları ve anlatım dilleri romanı tekdüzelikten çıkarıp bir solukta okunmasını sağlıyor. Beş sayfa boyunca sadece beş kelime ve upuzun boşlukları, daha doğrusu Mercan’ın susuşlarını, kabullenişlerini okuyoruz.

Mercan.

Televizyon.

Kapalıyken.

Saatler.

Geçirdi.

Mercan’ın içine düştüğü yalnızlık ve boşluk daha güzel nasıl anlatılabilirdi ki?

Peki ya romanın sonunda, her bölümde bir kat aşağı ine ine (üstelik sensörlü otomat çoğu kez yanmazken ve sensör bile Mercan’ı görmezken) en sonunda kendimizi Mercan’la birlikte kapı önünde bulmamıza ve Samatya sokaklarına dökülen köpük köpük kirli sularla temizlenip arınışımıza ne demeli?

Apartman karardı. Mercan merdivene diz çöküp ellerini biraz daha kaldırdı, sen bana bir ışık ver ya Rabbim. Aydınlanmadı. Sensör, Mercan’ı görmüyordu. Ayağa kalkıp el sallamaya başladı, sensör Mercan’ı görmüyordu. Hınçla havaya sıçrayarak el sallıyordu. Işık yanmadı.

Romanın arka planında izlediğimiz, toplumsal hafızaları silip süpüren kentsel dönüşüm ise Mercan’ın kişisel dönüşümünden çok daha baş döndürücü bir hızla gelişiyor, yalnızlığını, çaresizliğini hepten katmerlendiriyor.

Hiç şüphesiz Mercan tam içimizden, bu ülkenin kadınlarından biri… Biz görmek istesek de istemesek de. Seray Şahiner bu ülkenin görünmez kadınlarının cesur sesi olmaya devam ediyor.

Sibel Gögen – edebiyathaber.net (3 Nisan 2017)

Yorum yapın